28 Kasım 2012

Symi - Bu Yazın Yunan Adaları 1


2007 yılından beri sevgili Moshonis ile yaptığımız Yunan adaları seyahatinin en keyifli ve en güzel durağı olan Symi’ye bu yaz da birkaç kere uğramadan edemedik. Daha önceki senelerde, günü birlik de dahil olmak üzere, elimizi kolumuzu sallayarak, sanki kendi ülkemizmiş gibi rahatça girdiğimiz bu güzel adaya artık giriş için yaklaşık yarım gün süren bir gümrük muamelesinden sonra girebiliyoruz.
Bu sene, Nena teknesinden arkadaşlarımızla yapacağımız 10 günlük Yunan Adaları turu çerçevesinde ilk durağımız Symi oldu. Symi, u biçiminde bir doğal limanın çevresinde, tepelere yayılarak şehirleşmiş. En yüksek bina, 4 katlı, baktığınızda birbirinin aynı gibi görünen, ancak detayda birbirinden farklı binalar, göze oldukça hoş görünüyor. Bence dünyada mimarlar, şehir plancıları ve belediyecilerin en önce görmesi gereken şehirlerden biri Symi… Binaların renkleri sarı, mavi, yeşil ve kiremit renginin tonlarından ibaret ve hiçbir bina, diğerlerini ezmiyor, tüm inşaatlar çevreye saygılı. Kıyılarımızdan en fazla anca 7 mil uzaktaki Symi adasına tüm kıyı şeridimizdeki belediyelerin, teknik gezi yapmaları ve bir şeyler öğrenmeleri şart…
 İlk günümüz, merkezdeki tek plaj olan Nos Beach'de geçti. Öğlen sıcağında yaptığımız yaklaşık yarım saatlik yürüyüşten sonra,  serin denizin, biranın tadını çıkardık. Akşamüstü, biz bayanların en keyifli saatiydi: Tabii ki bu saatin adı ALIŞVERİŞ…  Limanın kenarına sıralanan dükkanların birinden çıkıp birine girdik. Symi de, dünyaca ünlü markaların satıldığı, pahalı mağazalar çoğalmaya başladı. Bununla birlikte yıllardır hiç değişmeyen birkaç el yapımı seramik ve takı mağazasını gezmeden yapamam.  Ana limana paralel sokaktaki şarküteri ise, güzel kalamata ve peynirleri , jambonları, envai çeşit güzel ve ucuz şarapları ile alışveriş etmeye bayıldığım dükkanlardan biri… Symi’yi pek çok kişi ünlü Manos restaurantıyla tanır… Biz şimdiye kadar ancak bir kere burada yemek yedik. Mekanın sahibi Manos, tam bir Türk dostu, fiyatlar biraz pahalı, servis ve sunum, menüler enfes ancak restaurantı dolduran Türkler, burayı biraz klostrofobik yapıyor; biz pek kalabalık ve gürültülü yerleri tercih etmiyoruz. Akşam yemeği için en sevdiğimiz mekan, yine limana bir paralel sokaktaki pizzacı. Deniz ürünleri, makarna ve risotto tabakları, enfes pizzaları ile her gece orada yemek yesem bıkmam. O gece de tercihimiz Pizza Bella Napoli oldu. Tekneye 2 kilo fazla girdik.

  Ertesi gün, hiç yapmadığımız bir şey yapmaya, Symi’de tekne günübirlikçisi olmaya karar verdik. 10.30-dan 17.00 ye kadar adanın tüm koylarını, tekne ile dolaştık, her koyda kendimizi denize attık, daha ilk koyda neşeli kaptanımız masamıza kocaman bir şişe uzo koydu, içtik, neşelendik, 72 millet aynı teknedeydik; Türk olduğumuz için inanılmayacak kadar ilgi gördük, çok eğlendik, çok güldük…Adanın arka tarafındaki minik adalardan oluşan cennet koyda muhteşem bir açık büfe yemek düzenlendi, çok yedik, patladık. Güzel bir gün oldu, Moshonis’in giremeyeceği koylara adım attık. Akşam, limandaki bir restaurantta sadece Yunan mezeleri yedik. Symi’ye özgü Kızarmış küçük karidesler (Symi Shrimps), kızarmış kaşar peyniri (Cheese Saganaki), fırınlanmış beyza peynir (grilled feta cheese) en sevdiğim mezeler; Yunanistan’daki her restaurantta aynı mezeleri mutlaka denerim…
3. günümüzde, Symi limanından ayrıldık. Adanın arka tarafındaki Panormitis Manastırı’nı, Nena teknesine göstermek için limana girdik. Panormitis, bir Aya Nikola manastırı, denizcilerin en kutsal saydığı ibadet yerlerinden biri… Denizcilikle ilgili objeler bu manastırdaki azizlere hediye olarak bırakılıyor. Her gün büyük feribotlarla gelen yüzlerce kişi burayı ziyaret ediyor. Bu feribotlar da koyda demirde rahatça kalmanızı engelliyor.  Bu sebepten uzaktan manastıra bir göz atıp hemen çıkıp Tilos Adasına doğru yola koyulduk…

25 Kasım 2012

Aşkın Renkleri -La Delicatesse- David Foenkinos

* Nathalieler bariz şekilde nostaljiye meyilli olurlar (*Kitaptan).


"Fransa’nın son yıllarda öne çıkan yazarlarından David Foenkinos’un yazdığı modern bir aşk romanı olan Aşkın Renkleri, Fransa’da pek çok önemli ödüle değer görüldü, on beş dile çevrildi, haftalarca çok satanlar listesinde ilk sıralarda yer aldı."
"David Foenkinos’un Stéphane Foenkinos’la birlikte yönetmenliğini yaptığı, kitaptan uyarlanan film de Fransa’da yüz binler tarafından izlendi."
Bu kadar alıntı yeter:))


Nathalie, hayatının erkeğiyle bir cafede tanışır ve evlenirler. Birkaç sene süren mutlu evlilikleri, Nathalie'nin kocasının bir trafik kazasında ölmesiyle son erer. (Kitapta çok ilgimi çeken bir nokta oldu, kocası yürüyüş için dışarı çıktığında, Nathalie bir kitap okumaktadır. Bir müddet sonra kucağında kitap uyuya kalır... Kocasının ölüm haberini aldığı telefondan sonra gayri ihtiyari, kitapta kaldığı yeri bir ayraçla belirler... Her şey bitip eve döndüğünde, kitabı kaldığı yerden okumaya devam etme konusunda kararsızdır... Herşey, hiç bir şey olmamış gibi, nasıl devam edebilir?) 
Bir İsveç şirketinde müdür olarak çalışan Nathalie, acısını kendini işine vererek dindirmeye çalışır. Dalgın olduğu bir anda, İsveç asıllı bir çalışanını öpmesiyle hayatı yeni bir şekil alır. Son derece iddiasız bir tip olan Markus, bu durumdan çok etkilenir. Nathalie ise ne yaptığının farkında bile değildir. Bir müddet sonra, arkadaşlıkları birbirlerinden hoşlanmaya dönüşür... Nathalie, kendisini tekrar yaşama döndüren espritüel Markus'tan etkilenmeye başlar, ast-üst ilişkileri, Nathalie'yi işi bırakıp Markus'un peşinden gitmeye kadar götürür. 




"Aşkın Renkleri"'nin önce kitabını okudum. Son derece akıcı, sevimli, modern üslupla yazılmış naif Fransız edebiyatını çok sevdim...  Amelie filminde tanıyıp beğendiğimiz Audrey Tautou'nun baş rolünde oynadığı film ise kitabı çok güzel yansıtmış. Markus karakterindeki François Damiens’in unutulmaz performansı ile film, Fransız sinemasının dramatik ve eğlenceli romantik-komedi türlerine dahil oluyor.
Bence siz de benim gibi yapın, önce kitabı okuyun ve keyif alın; sonra filmi izleyin ve kitapla hayal ettiklerinizi birebir izleyin.



La Délicatesse




22 Kasım 2012

Bora'nın Kitabı - Ayşe Kulin


Ayşe Kulin'in "Gizli Anların Yolcusu" kitabının devamı ya da "ek kitabı" niteliğinde olan "Bora'nın Kitabı" nın piyasaya çıkması benim için bir sürpriz oldu. İlk kitapta ana kahramanlardan biri olan ve hayatını burnumun direği sızlayarak ara pasajlarda okuduğum Bora'nın ağzından kendi hikayesini ve bilinmeyenleri öğrenebilecektim. İlk kitapta, İlhami'nin tarafından dinlediğimiz Bora, biraz kapalı kutu, içten pazarlıklı ve görgüsüz. Bu kitapta ise Bora'yı, biraz daha "olamaz" bir karakter olarak algıladım. Köyde, inanılmaz kötü şartlarda, inanılmaz cahil bir ailede, yobaz bir çevrede doğup büyüyen Bora, eşcinselliğinin sancılarını içinde yaşarken, bir yandan da tecavüzlere maruz kalır. Kendisini "yok" olarak görmek isteyen bir baba ve, son derece pasif bir anneye sahiptir. Ailede tek sevdiği kendinden küçük, sakat kız kardeşidir. Kan kardeşi Recep'le birlikte kendilerini Güneydoğu'daki kaçakçılara yardım ederken bulurlar. Kız kardeşinin ,Bora'nın hapse girmesini engellemek için yaptığı ihbarla, kendisini askerde bulur. Askerde yaşadıklarıyla büyük bir buhranın içine girerken - bu kısım da belirsiz ve belki ileride başka bir kitap konusu olur- kız kardeşini ve ailesini defterden siler. Askerden sonrası ise Bora için yepyeni bir hayattır. Grafikerlik okur, adını ve kimliğini değiştirir, tesadüf eseri görüp aşık olduğu İlhami'nin reklam şirketinde kendini işe aldırır. Evli olan İlhami ile sevgili olurlar. Bir gün kan kardeşi Recep'i tesadüf eseri Beyoğlu'nda görür. Anne babasının bir düğün faciasında öldüğünü, kız kardeşinin ise intihar ettiğini öğrenir. Recep'i kaçakçılık işlerinden kaçırıp yurt dışına göndermeye çalışır. Acı son yine Bora'yı bulur. Yanlışlıkla, yaşadığı apartmanın dördüncü katından aşağıya düşerek yaşamını yitirir. İlhami, en kuvvetli zanlı olarak tutuklanır.
Ayşe Kulin kolay okunan, çok fazla kafa yorulması gerekmeyen bir ikinci kitapla yine çok satanlar listesine girdi. Bu kitabı ilerde, İlhami'nin karısının, İlhami'nin kızının, Recep'in, Bora (Bedri)'nın kız kardeşinin ağzından tekrar tekrar yazabilir. İşte yazarlıktan para kazanmanın bir başka hinliği... Okuyucuya her kitapta azar azar bilgi ver ve yeni kitabının potansiyel okuyucularını hazır tut... Bu kısır döngüye girdim bir kere; yine alırım, yine okurum:))






21 Kasım 2012

Paris'teki Eş - Paula McLain


Adınız Ernest Hemingway ise her türlü çılgınlığı yapmakta serbestsiniz demektir. Kitap, Hemingway'in 1920'lerde, kendinden sekiz yaş büyük Hadley ile yaptığı ilk evliliğini, sanatçıların kendilerine mesken tuttukları Paris'i ve yazarlık serüvenini anlatıyor.
Gertrude Stein, Scott ve Zelda Fitzgerald, Ezra Pound gibi edebiyat dünyasının ünlüleri Hemingway'in yaşamında önemli bir yer tutar. Aynı ideali paylaşırlarken, birbirlerine her konuda destek olmayı da ihmal etmezler ve komün hayatı yaşarlar. Yazarın ilk karısı Hadley, Hemingway'in henüz hazır olmadığı ve istemediği bir çocuk dünyaya getirir. Çocuğunu ve Hemingway'i aynı anda büyütürken, yazarın ölüm korkusu dolayısıyla yaşadığı hezeyanlara ve çapkınlıklarına da dayanmaya çalışmaktadır. Öyle ki gün gelir yazar ve sevgilisiyle aynı evi ve yatağı paylaşmak durumunda kalır. 
Yazar Paula McLain, Hemingway'in yaşamını, iç hesaplaşmalarıyla birlikte tamamen önümüze seriyor. Hemingway, genç yaşta, tüfekle intihar eden babasının etkisinden ve savaş muhabirliği sırasında yaşadığı dramatik olaylardan bir an bile kurtulamıyor. Hayatı, kendini bir gün öldürme düşüncesiyle geçiyor ve sonunda bunu gerçekleştiriyor.
Biyografik roman sevenler için "Paris'teki Eş", güzel kurgulanmış ve okuyucuyu sıkmayan bir kitap. Allen'in "Paris'te Bir Gece" filminde ele aldığı Paris'in bohem çevresi, bu kitapta en ince ayrıntısına kadar gözler önüne serilmiş.



The Paris Wife




11 Kasım 2012

Kinyas ve Kayra - Hakan Günday


"Az" romanı ile sondan okumaya başladığım Hakan Günday'ın ilk kitabı olan "Kinyas ve Kayra" 2000 yılında yayımlanmış... Roman, Kinyas ve Kayra takma adlarında iki çocukluk arkadaşının birlikte evden kaçarak, hayatı tüketircesine yaşadıkları cinayet, ölüm, uyuşturucu, kadın, kötülük, dayak ve sonsuz çılgınlıklarla geçen hayatlarını anlatıyor. İkisi de hem kendilerinden, hem de hayattan bezmiştir ve mutluluğu değişik sonlarda ararlar.
Roman, üç kitaptan oluşuyor. Yurt dışında, şiddetin kol gezdiği ülkelerde geçen ilk kitapta, hem Kinyas hem de Kayra, bir yandan birlikte yaşadıklarıyla, öte yandan farklı iç dünyalarıyla ayrı ayrı tanıtılıyor. Kitabın sonunda, ikilinin yolları ayrılıyor. İkinci kitapta, Kayra'nın hikayesine tanıklık ediyoruz. Kayra, kendisine bir fahişeyi yoldaş olarak alıyor ve onu kendisine bakmak için ikna ediyor. Kayra'nın hikayesi, onun dünyadan elini ayağını çekmek üzere inzivaya, kendi ölümüne çekilmesiyle sonlanıyor. Üçüncü kitapta ise Kinyas'ın eve dönüşüne şahit oluyoruz. Ailesi onu tüm günah ve sevaplarıyla kabullenirken, Kinyas bir taraftan tekrar normal bir insan olmanın sancılarını yaşarken bir taraftan da kendi istediği ölümüyle savaşıyor.
Hakan Günday, ilk romanında kendini de bir köşeye monte etmiş. İlk kitapta, Kinyas ve Kayra'nın birlikteliğinde, ileride bu yaşananları yazacak, ilk romanının sancılarını çeken yazar karakteri, biraz acemice olmuş bence... Eminim bugün yazsa bu bölümleri o da çıkarmayı düşünür. 
Hakan Günday meraklıları için güzel ve iyi kurgulanmış bir "ilk roman". Hakan Günday, okuyucuya yumruk yemiş gibi hissettiriyor. Hemen hemen her sayfasında, kafanıza kazınacak bir söz, sizi derinden etkileyecek diyaloglar buluyorsunuz. 
Diğer kitaplarını da araya esler vererek mutlaka okuyacağım.




Sisle Gelen Yolcu - Jean Christophe Grange


Yunan mitolojisinden sahneleri konu eden Grange'ın son kitabı tam 671 sayfa... Son 50 sayfaya kadar soluk soluğa okunuyor. Roman, Fransa'nın tanıdık şehirlerinde, mahallelerinde geçiyor.Kahramanımızı 5 ayrı bölümde, psişik geçişler yaptığı beş ayrı karakterde görüyoruz: 
1-Mathias Freire, mitolojik temalı bir cinayetle uzaktan ilişkililendirilen bir psikiyatristtir, başkomiser Anais kendisine yardım ederken, takipteki gizli görevliler ve öldürülen şüpheli, kahramanımızı yeni bir kimliğe götürür...
2- Victor Janusz, evsizlerin arasındadır ve kendisini önceki hayatından tanıyan sosyal yardım görevlileri ve dilencilerle karşılaşır, gizli görevliler yine peşindedir...
3-Narcisse, bir akıl hastası ressamdır ve eserlerinde daha önce ilşkisi olduğunu düşündüğü, mitolojik konulu başka bir cinayetin izlerini bulur, kaçıp kovalamacalar birbirini takip eder...
4- Kahramanımız şimdi de kalpazan Nono'dur. Bir randevu şirketinden kızlarla tanıştığını ve bunların bazı cinayetlerde kurban olduklarını keşfeder...
5-Son olarak François Kubiela olduğunu keşfeder. Çok ünlü bir psikiyatristtir. Cinayetlerle ilgili olduğunu düşünürken olaylar onu daha doğmadan önceki geçmişine götürür...
Grange okumak, ilk kitaplarından beri bende bir gelenek haline geldi. Her ne kadar kitaplarının sonları, beni hayal kırıklığına uğratsa da, ne yazmış, nasıl yazmış çok merak ediyorum. "Sisle Gelen Yolcu" da beni haksız çıkarmadı. Yine kitapla alakasız, saçma bir son, sanki çok uzadı artık bitirmek lazım diye baştan savma yazılmış bir son 50 sayfa... Yine okuyucuya, 671 sayfayı boşuna okuduğunu düşündürüyor. Grange okuyucuları ne demek istediğimi iyi anlamıştır. Yeni heveslenenler ise sanıyorum bu yorumdan sonra bir kez daha düşünürler. Üzgünüm Grange, iyi yazarsın ama biraz "son" çalış... 



Le Passager