30 Nisan 2013

Kelebeğin Rüyası


Uzayacağa benzer,

Tutuştuğumuz lades.
İşi gücü bırakıp
Mezarlığa nazır
Bir eve taşındım
Ölüm, sen beni aldatamazsın,
Aklımda!
-Behçet Necatigil-


ÖLDÜKTEN SONRA
Diyecekler ki arkamdan

Ben öldükten sonra
O, yalnız şiir yazardı
Ve yağmurlu gecelerde
Elleri cebinde gezerdi
Yazık diyecek
Hatıra defterimi okuyan
Ne talihsiz adammış
İmanı gevremiş parasızlıktan...



-Muzaffer Tayyip Uslu- 


HÜLASA


Ben ölsem be anacığım
Nem var ki sana kalacak
Ceketimi kasap alacak,
Pardösömü bakkal
Borcuma mahsuben...
Ya aşklarım
Ya şiirlerim ne olacak
Ya sen ele güne karşı
Nasıl bakacaksın insan yüzüne 
Hulasa anacığım
Ne ambarda darım
Ne evde karım var.
Çıplak doğurdun beni
Çıplak gideceğim






1940'lı yılların Türkiye'sindeyiz. Fonda ikinci dünya savaşı var. Hikayemiz Zonguldak'ta başlıyor. Bir tarafta açlık, verem salgını, fakirlik, mükellefiyet döneminde madende çalışmaya zorlanan, kaçınca silah zoruyla geri getirilen insanlar, diğer yanda son derece şık balolar, tenis turnuvaları, partiler... İki ayrı uçta yaşayan halk... O dönemde usta bir şair, Behçet Necatigil Zonguldak'ta lisede öğretmenlik yapmaktadır. İki genç şair öğrencisi  Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu , şiir dolu hayatlarında hem yakalandıkları verem hastalığıyla hem de yoksullukla mücadele ederken bir yandan da birbirleriyle kıyasıya bir edebi yarış içindedirler. Şairlerin şiirlerinde hakim olan temalar, aşk, bunalım, hastalık, yalnızlık ve ölümdür.
***
Filmin senaristliği ve yönetmenliğini üstlenen Yılmaz Erdoğan, Behçet Necatigil rolü ile "ustayım ben artık evet" derken, iki genç oyuncu, Rüştü Onur rolüyle Mert Fırat ve Muzaffer Tayyip Uslu rolüyle Kıvanç Tatlıtuğ, gerçekten çok çok iyi bir performans sergiliyorlar. Kıvanç Tatlıtuğ, rolünün hakkını vermek için geliştirdiği "tırnak yiyen" ve "bacaklarını kıvırıp kollarıyla sararak oturan" karakter yorumuyla Türk sinemasına yeni bir soluk getirirken bana 1984 yılı yapımı Birdy filmindeki Nicolas Cage'in canlandırdığı Al Columbato rolünü anımsattı.  Belçim Bilgin, -koca tarafından torpilli olarak- oynadığı lise öğrencisi zengin kızı Suzan rolüyle biraz yapmacık kalırken Rüştü Onur'un karısı Mediha rolü ile Farah Zeynep Abdullah çok doğal bir oyunculuk sergilemiş.
 ***
Kostümler ve mekan seçimindeki incelik çok titiz bir çalışmanın ürünü... Döneme hakim romantizm ve şiirselliğin dozu çok iyi bir ayarda seyirciye verilirken "Varlık" dergisinin sanat alanındaki güçlü rolü çok güzel vurgulanmış. Ben çok beğendim, kesinlikle tavsiye ediyorum, diğer sinema yapanlar için de örnek alınması gereken bir çalışma olmuş, tebrikler...




22 Nisan 2013

Oda ve Adam

Bu gece, Oyun Atölyesi'nde, baş rollerini Engin Hepileri ve Nergis Öztürk'ün paylaştıkları "Oda ve Adam" oyununu izledik. Belçika'lı yazar Eric de Volder’in aynı adlı oyun metni üzerine kurulan "Oda ve Adam", kadın erkek ilişkisine, aşka, yaşanmışlıklara ve yaşanamamışlıklara bazen akıcı, bazen sokak, bazense epik bir dille değiniyor. Oyunu hemen hemen aynı repliklerle ve aynı anda hem kadının hem erkeğin yorumuyla izliyoruz. Çok şaşırtıcıdır ki bu yaşımıza kadar kadınların Mars'tan erkeklerin Venüs'ten olduğunu ve ilişkileri farklı açılardan değerlendirdiklerini ve yaşadıklarını öğrenmiştik; ancak bu oyunda, her iki cins de olayları aynı tepkilerle ve aynı sözlerle yansıtıyor. Bu durum kadın-erkek ilişkisinde bir devrimin başlangıcı olabilir mi acaba?

Oyunun kapılarının açılmasıyla, koltuklarımızı bulup oturduğumuzda, sahnede gezinen kadın ve adamın Engin Hepileri ve Nergis Öztürk olduğunun ayrımına vardık. Oyun kapıların açılmasıyla başlamıştı, yer bulanlar, telefonuyla uğraşanlar, bir türlü oturamayanlar, geç gelenler, v.s. hepimiz onların oyununa dahil olduk. Bizi süzen bakışlarına maruz kaldık; son derece ilginç bir deneyimdi. Derken sahne karardı ve oyunculara, projeksiyon perdesi, floresan aydınlatmaları, çeşitli ışık oyunları eşlik etmeye başladı. Genelde karanlığın hakim olduğu sahnede tüm ihtişamıyla kullanılan görsellik, oyunun sıkıcı, şiirsel ve tekrarlayan metnine katlanmamıza yardımcı oldu diyebilirim.
Bu tarz modern (Ali'nin değimiyle "tiyatrotek") oyunlara çok alışkın değiliz. Oyunun bittiğini bile salonda bir kişinin alkışa başlamasından - ki sanırım ya oyunu daha önce izleyen ya da sahne ekibinden biriydi- anladık. Çoğu yerde sıkılıp ne zaman bitecek diye düşündüğüm de oldu. Ancak kah aramızda kah sahnede dinamizmlerinden ödün vermeden 1 saat boyunca performans gösteren her iki oyuncu için bu oyun izlenmeye değer diye düşünüyorum. "Farklı" tarz bir tiyatroya hazırım diyorsanız mutlaka izleyin derim.

15 Nisan 2013

Mutlu Olmak İsteyen Adam - Laurent Gounelle


"Mutlu Olmak İsteyen Adam", "Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer" romanını okuyup çok beğendiğim Fransız yazar Laurent Gounelle'in 2008 yılında çıkan ilk kitabı. Kitabın kahramanı Bali'deki tatilinden dönmeden önce oraların meşhur şifacısıyla görüşmek ister. Aslında görünürde hiçbir problemi olmamakla beraber kozmik bir güç onu şifacının ayağına kadar götürür. Adamın sağlığı yerindedir; hayatındaki tek eksiklik ise mutluluktur. Kahramanımız, hayatta mutlu olma sırını öğrenebilmek için tatilini bile uzatır. Sonuçta şifacı, insanın esiri olduğu ve kendisini mutsuz eden inançlardan sıyrıldığında, mutluluğun yolunun açılacağını bir şekilde öğretir.
Aslında kitaba ilgi duyma sebeplerinden biri de daha önce bir yılbaşı tatilimi geçirdiğim ve çok sevdiğim Bali'de geçmesi oldu. Gerçi Bali ve güzellikleri hakkında kitapta pek fazla bir şey yok. Yani konumuz dünyanın herhangi bir yerinde de geçebilirmiş. Sanırım egzotik ve mistik bağlamda Bali, ilgi çekici mekan olarak seçilmiş.
Gounelle'nin bu ilk kitabı, piyasadaki sayısız kişisel gelişim kitaplarından farklı değil. Altı çizilecek birkaç cümle tabii ki var; ancak şunu söylemem lazım ki yazarın önce bu kitabını okumuş olsaydım,  "Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer" gibi mükemmel bir romanı kaçırmış olurdum. Benim en nefret ettiğim kitapların başında kişisel gelişim kitapları gelir, eğer siz tam tersini düşünüyorsanız bu kitabı beğenebilirsiniz.


 L'homme qui voulait étre Heureux