28 Şubat 2015

Mucizeler Çağı - Karen Thompson Walker


Muzizeler Çağı, bir felaket kitabı. Olaylar, California'da yaşayan 3 kişilik bir ailenin etrafında dönüyor ve 11 yaşındaki Julia'nın gözünden anlatılıyor. Dünyanın hızı her geçen gün biraz daha yavaşlamakta. Günlerin saatleri uzamaya başlarken gece ve gündüz birbirine girmeye başlar. İlk başlarda durum tolere edilebilirken, zamanla ürkütücü bir hal alır. Çünkü 1 günün tam 72 saat olduğu günler gelir.
İnsanların ruh halleri bu durumdan oldukça etkilenirken hükümet, 24 saatlik zaman diliminin uygulanmasına karar verir. Böylece okulların, ve işlerin başlangıç ve bitiş saatleri günden güne farklılık göstermez. Ancak insanlar iki gruba bölünür. Bir grup, halen gece ve gündüz ışıklarına göre yaşamaya devam etmeye çalışırlar. Bu hız yavaşlaması, dünyanın çekim gücünün değişmesine, ekolojik dengenin bozulmasına, insanlarda sendrom denilen hastalıklara neden olur.
Felaket tellalları, Nostradamus'un kehanetlerini de göz önünde bulundurup dünyanın sonunun geldiğini iddia ederler. Tarikat mensupları bir araya gelmeye ve toplu intiharlara başlarlar...
Amerikalı yazar Karen Thompson Walker'ın sabahları işe gitmeden önce yazdığı The Age of Miracles (Mucizeler Çağı), gerilim düzeyi yerinde, inandırıcı, ya gerçekten olsaydı nasıl olurdu dedirten, çok iyi bir felaket kitabı. Olaylar biraz tekdüze gelişip sonlansa da okunası bir kitap...



The Age of Miracles



İki Kişilik Yaz




35 insan hayatında süper bir yaş... Çıkıştan sonraki inişin ilk başlangıcı... İnsanın hala kendini genç, hatta çocuk hissettiği, aynı zamanda olgunlaşmaya başlayıp, bundan sonraki hayatını nasıl yaşayacağına dair daha çok düşünmeye başladığı, hatta kararlar verdiği yaş... Benim içinse evlendiğim yaş (yani hayatımdaki önemli değişikliklerden biri)...
DOT'un sergilediği "İki Kişilik Yaz" oyununda, Gizem Erdem (Helena) ve Tuğrul Tülek'i (Bob) bitmeyen enerjileriyle izliyoruz... 
Önce Helena ile tanışıyoruz. Helena 35 yaşında, bekar, yalnız yaşayan bir boşanma avukatı. Evli ve çocuklu bir erkekle, sancılı bir ilişkisi var. Çoğu zaman da ekiliyor. Yine bir akşam, sevgilisini barda beklerken son anda gelemeyeceğini öğreniyor ve geceyi başka bir erkekle geçirmeye karar veriyor.
Bob, 35 yaşında ve kanunsuz işlerle para kazanıyor. 18 yaşında, hamile kaldığı için evlenmek zorunda olduğu kadından boşanmış. Dostoyevski'nin "Yeraltından Notlar" kitabını okuyup barda takılıyor.
Helena, Bob'un yanına geliyor ve tanışıyorlar. Helena'nın bekar evinde birlikte oluyorlar. Helena, Bob'u sabah olmadan evden yolluyor. Nasıl olsa bir daha karşılaşmayacaklar. 
Ama kader öyle söylemiyor. Ertesi gün Helena ve Bob, bir kilisenin kapısında rastlaşıyor. İkisi de kan ter içinde... Helena, nedimesi olduğu kızkardeşinin düğününe yetişmeye çalışırken Bob da, çalıntı bir araba satarak aldığı 25.000 paundu bankaya yatırmaya yetişemediğinden, hem mafyadan, hem de hırsızlardan kaçmak için kiliseye sığınmaya karar veriyor. 
Ellerinde 25.000 paund var ve hafta sonu boyunca bu parayı beraber harcamaya karar veriyorlar. Eğlence kulüplerine gidiyorlar, birbirlerine kör düğüm olup en gizli sırlarını veriyorlar, postacının mektuplarını çalıp içlerine gerekli paraları koyuyorlar, en lux otelin en lux odasında yakalanıyorlar. Bob'un şansı yaver gidiyor ve son anda bir şekilde yırtıyor... 
Şimdi bundan sonraki hayatlarının başlangıcı... Bob, eline gitarını alıp Edinburg dışında yeni bir hayata doğru yönlenirken Helena da onu yanlız bırakmıyor. 

Diğer DOT oyunlarının aksine, gerçekleri yüzüne yüzüne vurmayan, romantik, müzikli, şarkılı, danslı, mutluluk verici "İki Kişilik Yaz" ı David Greig ve Gordon McIntyre yazmış... Gizem Erdem ve Tuğrul Tülek'i şarkı söylerken, dans ederken, koşarken, kördüğüm olurken... muhteşem bir uyumla izliyorsunuz. Eğlenceli ve oldukça dinamik bir oyun... Tek kusuru, DOT'un salonunun çok rahatsız olan sandalyeleri. Elinizi ayağınızı nerelere koyacağınızı şaşırıyor, izlerken sekiz oluyorsunuz. Kanyon'a taşınmalarını dört gözle bekliyorum:)

22 Şubat 2015

Selma - Özgürlük Yürüyüşü



1929-1968 yılları arasında yaşayan Martin Luther King, Dünya genelinde şiddet karşıtı ve ırksal eşitlik görüşleriyle tanınmaktadır. 1964 yılında Nobel barış ödülünü kazanan King'in en bilinen ve etkili konuşması "Bir Hayalim Var"'dır. Film, bu konuşmanın akabinde olan gerçek bir olayı konu ediyor. 
Geçen senenin en iyi film oscarını alan 12 Yıllık Esaret / 12 Years A Slave” filminin yapımcıları tarafından prodüktörlüğü yapılan film, siyahların oy hakkı özgürlüğünü konu ediyor. 1965 yılında, Alabama eyaletinin Selma kentinden eyalet başkentine, Martin Luther King öncülüğünde üç barışçıl yürüyüş düzenlenir.  Bu yürüyüşler sırasında siyahlar ve onların yanında yer alıp çeşitli eyaletlerden gelen beyazlar, epeyce şiddet görürler. Bu 87 kilometrelik yolculuğun sonunda ABD başkanı Johnson oy kanunu konusunda çalışmalara başlar ve 1965 oy hakkı kanunu çıkarılır. King, ailesine gelen tehditlere ve karısının endişenip karşı çıkmalarına rağmen halka umut aşılar ve gerçek bir liderin nasıl olması gerektiğini gösterir. 

En iyi film dalında Oscara aday olan "Selma", ağırbaşlı temposuna rağmen sıkıcılıktan uzak bir şekilde tarihi bir olayı başarılı bir kurguyla anlatıyor. Hollywood'da ırkçılık filmleri asla bitmez ve her zaman iyi prim yapar. Beyazlar, bir nevi özür dilerler bu  filmlerle zencilerden... Ancak geçen senenin eşdeğerinde bir film olması dolayısıyla bu sene çok fazla şansı olduğunu düşünmüyorum. Martin Luther King rolündeki performansıyla David Oyelowo oldukça gerçekçi ve başarılı.

The Theory of Everything



The Theory of Everything, 1942 doğumlu, dünyaca ünlü bilim adamı Stephen Hawking'in yaşamından bir kesit sunuyor. Bu sene başımızdan kovalar dökerek ve birbirimize meydan okuyarak bilincine vardığımız ALS hastalığına daha 21 yaşındayken yakalanıyor Hawking. 1963 yılında Cambridge'de okurken tökezleyip düşüyor ve konuşması yavaş yavaş bozulmaya başlıyor. Doktorlar, Hawking'e 2,5 yıl ömür biçiyor, o da akabinde doktorasını kazanıp, edebiyat öğrencisi Jane Wilde ile 1965'te evleniyor. Jane, kocası için her şeyi yapmaya razı. 2,5 yıl boyunca onun kölesi olmaya hazır. Jane Hawking'in anı kitabı "Travelling to Infinity" den uyarlama senaryo, karı-kocanın ayrılana kadarki hikayesini anlatıyor. Çiftin 3  çocuğu oluyor. Yıllar geçtikçe daha da kötüleyen hastalık, Jane'ni mutsuz etmeye başlıyor. Hayatı kaldıramadığı bir evrede, kilisede tanıştığı piyano öğretmeni ile yakınlaşıyor. Hawking de, karısının mutluluğu için bu durumu destekliyor. Hawking, hastalığına rağmen başarılarına başarı ekleyip yeni teoriler ispatlıyor. Karı-koca 1990'da yollarını ayırıp 1995 yılında boşanıyor. Yazdığı kitapsa 1997 yılında yayımlanıyor. Bugün hala hayatta olan Hawking, eski eşi ile hala dost.



"The Theory of Everything" tam 5 dalda oscara aday... En iyi film olarak pek şansı olmadığını düşünsem de, hem ilgimizi çeken hem de varlığından ve görünümünden çekindiğimiz Stephen Hawkings hakkında iyi çekilmiş bir biyografi filmi olduğunu yadsımamak lazım. En iyi erkek oyuncu dalında oscara aday olan Eddie Redmayne, inanılmaz iyi bir performansla ödülü sonuna kadar hak ediyor. Jane Hawking'i iyi, fedakar ve dindar eş olarak başarılı bir şekilde canlandıran Felicity Jones da yine en iyi kadın oyuncu olarak oscara aday. 
 
Büyük fizikçi Hawkings için, henüz hayattayken yapılmış güzel bir çalışma...






Birdman



Süper kahraman filmleri ile ünlenen Riggan, parasının ve şöhretinin tükenmesinin ardından Broadway'de, kendi yönettiği ve aynı zamanda başrolünü oynadığı bir oyunla şansını denemeye karar verir. Seçtiği oyun, seneler önce onun oyunculuğunu beğenen Raymond Carver'in "What We Talk About When We Talk About Love" isimli oyunudur. Oyunun final sahnesindeki replikler Riggan'ın içinde bulunduğu ruh halini çok iyi yansıtır: "Neden hep en nihayetinde insanların beni sevmesi için yalvarıyorum?" "Ben yokum. Burada mıyım ki?" Acınası lafların sonucu intihardır.
Riggan, eski karısı, uyuşturucu bağımlılığından kurtulmaya çalışan kızı Sam, oyunda rol verdiği şu anki sevgilisi, varını yoğunu koyduğu oyunu, unutamadığı eski şöhreti ve başarıya açlığı ile adeta acınası haldedir. 
Provalarda yaralanan başrol oyuncusunu yerine şöhretli ve kendini beğenmiş yıldız Mike Shiner (Edward Norton) ile anlaşan Riggan, bir süre sonra onun ününü de kıskanmaya başlar. İç sesi (Birdman) onu hep yönlendirmeye çalışır. Riggan ise Birdman'in oyuncağı haline gelir. 
Broadway'in arka yüzü, acımasız eleştirmenler ve onların kalemlerinin ucunda "devam" veya "tamam" diyecek oyunlar, muhteşem gösterilerin kulis hayatları, egosunu tatmin etme yarışındaki yıldızlar... Fonda bir bateriden çıkan caz nameleri eşliğinde keyifle izlenen bir film, gerçek üstü bir final...
ABD Yapımcılar Birliği tarafından yılın en iyi filmi seçilen Birdman, tam 9 dalda oscara aday gösteriliyor. Filmin Meksikalı yönetmeni Alejandro Gonzales Inarritu'yu daha önceden Babel, Biutiful, Paramparça Aşklar ve Köpekler gibi muhteşem filmlerden tanıyoruz. En iyi erkek oyuncu dalında oscara aday gösterilen Michael Keaton ise bu rol için biçilmiş kaftan olmuş. Çünkü Keaton da Riggan gibi bir eski süper kahraman. 1989 ve 1992 yıllarında tam iki kez "Batman" olarak çok beğenilerek seyredildi.
Film bence bu yılki oscar adayları arasında en kült ve en özgün yapım. Bana fazla gelen filmin fantastik sonu oldu. Bu kadar fantazi ve gerçek hayatın içiçe işlendiği film, gerçekçi bir sonla bitse bana göre daha etkileyici olurdu...

20 Şubat 2015

Boyhood



Amerikan bağımsız sinemasının en sevilen yönetmenlerinden Richard Linklater'ın imzasını taşıyan Boyhood, 5 yaşındaki Mason'ın gözünden, parçalanmış bir ailenin 13 senesini anlatıyor. 
Dünyada bir ilki gerçekleştiren yönetmen, aynı kadro ile filmi 12 senede çekmiş. Filme ilk başlanıldığında, çocuk oyuncular Ellar Coltrane ve aynı zamanda yönetmenin kızı olan Lorelei Linklater 7 yaşındayken ebeveynleri canlandıran Ethan Hawke 31, Patricia Arquette de 33 yaşındaymış.
Film, 2013 yılına kadar her yıl 3 gün buluşularak, aynı kadroyla çekilmiş. Mekanlar ve oyuncularla her yıl sözleşme yenilenmiş. 


Aslında filmde Mason'ın başına gelen bir aksiyon veya travma yok. 2 saat 45 dakika süren film, boşanmış bir anne babanın ve onların ikinci hayatlarının çocukların hayatına etkilerini anlatmaktan öteye geçmiyor. Bir çocuğun büyüme serüveni, ergenliği ve ilk gençlik yılları son derece doğal bir şekilde seyirciye yansıtılıyor. 
90'ların çocuklarının hayatı, Harry Potter'ın yeni çıkan kitabının tanıtımıyla, bilgisayar oyunları, filmler, kitaplar ve dönemin en sevilen şarkılarıyla adeta bir nostalji niteliğinde işleniyor. 
Sıradan bir Amerikan ailesini konu alan ve 2000 yılında en iyi film oscarını kazanan  "American Beauty" filminden sonra, belki kazanma vakti "Boyhood" gibi bir konuya sahip bir filme gelmiş olabilir. Ama her şeyden öte bence filmin tek ilgi çekici yanı ve artısı 12 senede çekilip müthiş bir başarıyla montajlanması...

6 Şubat 2015

Love Letters



8 Ocak'ta, Zorlu PSM'de sergilenen "Love Letters" (Aşk Mektupları) oyununu izledik. Gérard Depardieu ve Agathe Natanson tarafından Fransızca olarak oynanan oyunu, ünlü Amerikalı yazar A.R.Gurney yazmış ve pek çok farklı dilde, pek çok ülkede oynanmış. Aslında Zorlu'daki performansta ilk önce Anouk Amiee'nin oynayacağı açıklanmıştı ve ben biletlerimizi o zaman almıştım. Daha sonra yapılan oyuncu değişikliği doğrusu tam bir sürpriz oldu... Belki istesek biletlerimizi iade hakkımız olur muydu bilemiyorum; şu minicik yazılan satış sözleşmelerini iyi bir okumak lazımdı.
Oyun daha önce de Kenter Tiyatrosunda yorumlanmış. Gidenler bilebilir; baştan sona iki oyuncu da bir masada oturuyor ve birbirlerine yazdıkları mektupları kronolojik sıra ile okuyorlar.
Aslında romanlarda oldukça keyif alınabilen "mektuplaşma formatı" tiyatro oyununda epey sıkıcı gelebiliyor. Olayın bütününde tabii ki bir konu var. Melissa Gardner ve Andrew Ladd isimli iki arkadaş çocukluktan beri birbirine tutkun. Andrew, başarılı bir senatör olurken Melissa, mutsuz bir evlilik yapar ve sanat hayatı da hiç düşündüğü gibi gitmez. İkilinin yolları zaman zaman kesişir, zaman zaman birbirlerinden koparlar... Ümitler, düş kırıklıkları, sevinçler, yenilgi ve zaferler, hepsi dikkatle dinlemeniz gereken mektuplarda, kartpostallarda anlatılır...
Bilet fiyatlarının astronomik olması nedeniyle ben de biraz cimrilik edip balkondan bilet aldığımdan, biz oyuncuları minnacık gördük. Dolayısıyla hiçbir mimik de göremediğimizden, oturarak okunan mektuplardan oluşan bir oyun, bizim için son derece sıkıcı bir hal aldı. O kadar uzakta oturuyorduk ki Depardieu bile bana çok şişman gözükmedi:) 


5 Şubat 2015

Kim Korkar Hain Kurttan


Oyun Atölyesi'nin sergilediği "Kim Korkar Hain Kurttan" oyununa bilet bulmak zor... Mailime "biletler satışa çıktı" haberinin gelmesiyle internete sarıldım. Henüz 1 saat olmasına rağmen, Cuma gecesi,  arka sıralara yakın bir yerde 4 kişilik yer bulabildim. Sanıyorum bunda büyük pay, hem Zerrin Tekindor'un, hem de Tardu Flordun'un geçtiğimiz yıl, bu oyunla Afife Jale ödüllerini kucaklamaları. Türkiye'de tiyatroya meraklı bir kesim var. Belki çoğunuz tiyatro pek ilgimi çekmiyor diyebilir. Ama bilin ki dışarıda bir kesim tiyatro oyunlarını hiç kaçırmıyor ve feci takip ediyor. Ne diyordu şu televizyonda Cumartesi günleri yayınlanan programda: "hayat sokaklarda, haydi kımılda..."
Amerikalı yazar Edward Albee'nin 1962 yılında yazdığı oyunun orijinal adı "Who's Afraid of Virginia Wolf" olup aynı yıl Broadway'de sahnelenmiş. Oyuna bu ismi veren, aslında Disney'in animasyon filmindeki "Üç Küçük Domuzcuk" filminin "Who's Afraid of the Big Bad Wolf" şarkısı imiş. Ancak Disney, telif hakkı için astronomik ücretler isteyince yazar ismi "Who's Afraid of Virginia Wolf" olarak çevirmiş ve bunun için de gerekli izinleri almış. Ancak biz oyunu Türkçe'de olması arzu edilen ismiyle biliyor ve izliyoruz. Ne güzel, bizim telif hakkı problemimiz yok demek ki...



Oyun, orta yaşlı bir karı-koca olan Martha ve George üzerine odaklanır. Martha'nın babası, George'un da tarih profesörü olduğu New England Üniversitesi'nin rektörüdür. Martha, yıllar süren evliliği boyunca George'da görmeyi umduğu azmi bir türlü bulamamıştır. Babasının evinde verilen ve çok içki içtikleri bir parti dönüşü yine birbirlerine girerler. Martha'nın eve davet ettiği genç çift Nick ve Honey de zili çalmalarıyla birlikte kavganın içine dahil olurlar. Bu gece oyunların gecesidir... Herkes eteğindeki taşları tüm çıplaklığıyla ortaya döker. Martha'nın tabu olarak kalması gereken oğlu ile ilgili sohbet etmesi, olayları çığrından çıkarır. Viskiler su gibi içilir, şişeler kırılır, küfürler gırla gider, öfke, aşağılama, acımasızlık diz boyudur. Saatler geçer, oyunlar kızışır. Bir evlilikte, çiftlerin başına gelebilecek her türlü kötü şey olur; ancak ne olursa olsun anlaşılır ki Martha ve George birbirlerinden vazgeçemez.
Oyunu, Zerrin Tekindor ve Tardu Flordu'nun muhteşem performansları ile izledim. Doğrusu son zamanlarda izlediğim birkaç vasat tiyatro oyunu sonrası bana ilaç gibi geldi. Konuya daha iyi vakıf olabilmek için de 1966 yılında sinemaya uyarlanan versiyonunu seyrettim. Filmde Elizabeth Taylor en iyi kadın oyuncu, Sandy Davis de en iyi yardımcı kadın oyuncu oscarlarını almışlar. Diğer rollerde, Taylor'un iki kez evlenip boşandığı Richard Burton ve George Segal var. Film, doğrusu biraz daha gerilimli ve sıkıcı, Burton tam bir boynuzlu koca. Saçma sapan bir "sahip olamama" duygusu yüzünden neden bu kadar saçmalamak zorundalar anlamadım. 




 Hira Tekindor'un yönettiği, Oyun Atölyesi'nin yorumunda ise biraz daha komedi ön planda. İzlerken keyif aldığım pek çok bölüm oldu. Tekindor ve Flordun'un usta oyunculuğu karşısında, dizilerden tanıdığımız genç oyuncular, Şükrü Özyıldız ve Nilperi Şahinkaya biraz zayıf kalıyor ama kim olsa aynı şeyi yaşanırdı bence... 
Uzun sözün kısası: Gidin ve mutlaka seyredin. 





4 Şubat 2015

Gırnatacı - Ercüment Cengiz

“Hayat bir caz şarkısına benzer evlat. Ne zaman biteceğini kestiremediğin bir caz şarkısına!..”




Everest Yayınevi'nin düzenlediği 2012 "ilk roman" yarışmasını kazanan "Gırnatacı" romanı, bir ilk roman olamayacak kadar başarılı. Aynı zamanda doktor olan yazar, yılların edebiyat birikimini sanki birden bire, çok iyi bir kurguyla kusmuş... 
Hikayemiz, 1890'larda İstanbul'da başlayıp 1955'te Chicago'da sonlanıyor. Osman, Abdullah ve Kevork üç iyi arkadaş. Kevork, bir Ermeni; ama din hiçbir zaman bu üçünün arasına giremiyor. Zamanın İstanbul'unda da tüm milletler karışık yaşıyor zaten. Sadece tek problem kadın-erkek ilişkilerinde... Pek birbirlerine kız verip almak söz konusu değil. Osman da mahallesindeki Ermeni kızı Melina'ya aşık oluyor. Aynı kızı ailesi Kevork'a da istemek üzere. Bu konuda aile büyüklerinin sözü geçse de Osman ve Melina bu durumu kabullenemiyor. Osman, aynı zamanda çok iyi bir klarnetçi. Sevgilisinin koynuna girdiği günün ertesi, Sultan II. Abdülhamit'in emriyle, Amerika'nın keşfinin 400. yılı şerefine Chicago'da düzenlenen Colomb Sergisi'ne gönderiliyor. Aylar süren zorlu gemi seyahatinin ardından renkli, eğlenceli, sanatla dolu Amerika, bizim Gırnatacı Osman'a ve Türk ekibine çok ilginç geliyor. Hele bir de nü eserlerle dolu güzel sanatlar müzesini gezme hikayeleri var ki...
Osman, Amerika'da, gırnatası ile yaptığı içten sanat ile, ünlü caz ustası Scott Joplin'in ilgisini çekiyor. Bir çarşamba, onun çıktığı kulübe gidiyor ve buraya adeta bağlanıyor. Kulübün sahibinin kızı, melez güzeli, amber gözlü Alma'nın da bunda büyük etkisi var. Chicago'da kalmayı seçen Osman, Melina'yı ve İstanbul'u unutuyor...
Barkev, çocukluğunun geçtiği İstanbul'da, babasının ve dedesinin sürgüne gönderilmesi sonucu yetimhanelerde yaşamış bir Ermeni çocuğu. Bu yılların acısını asla unutmamış ve yıllar sonra yaşadığı Chicago'da Ermeni Cemiyeti'nde aktif rol oynarken Türkler'den de sonuna kadar nefret ediyor. Hayatındaki mutsuzluğu, evlilik hayatına da taşıyan Barkev, aynı zamanda hastanede tedavi gören ve ölmek üzere olan dedesi Kevork'un sıkıntısını ta içinde yaşıyor. Yıllar sonra bulduğu bir kitabın içinden çıkan fotoğraf ile ilgili sorması gereken çok soru var dedesine... Ah bir uyanabilse... 
Gırnatacı Osman ile Barkev'in yolları, aynı caz kulübünde çakışıyor. Osman, hem Barkev'in aşırı ilgisini çekiyor, hem de Türk düşmanlığından nasibini alıyor. Osman'ın bu uzun yıllar boyunca yanındaki tek dostu ise gırnatası.
***
İyi kurgulanmış, güzel bir hikaye, fonda doğunun hicaz ve batının caz müziğinin ezgileri. Ünlü caz ustalarına göndermeler; kesik tempolu caz müziği besteleriyle tanınan piyanist Scott Joplin, doğaçlamada ulaşılmaz seslere uçup sonra melodiden ayrılmadan ustaca geri dönebildiği için kendisine "bird" lakabı verilen üstat altocu Charlie Parker... 
Diğer taraftan olayın ilk başladığı zamanda adı geçen, 1893 yılında Chicago Jackson Park'ta açılan Colomb Sergisi... Ki bu sergi 686 dönüm alanda kurulmuş. Sergi ile ilgili detaylar, Jön Türkler'den Ubeydullah Efendi'nin Amerika'ya gidip, birebir sergiyi yaşayıp Türkçe bir gazete çıkarmasıyla ve yazdığı kitapla günümüze kadar gelmiş. Sergide Osmanlılar, dikilitaşın kopyasını, Süleymaniye Camii'nin ve III. Ahmed çeşmesinin birer modelini, develer, atlar, falcı çadırları, nakışlar, mücevherler, sabunlar, parfümler, halılar, kilimler eşliğinde sergilemişler. Sultan II.Abdülhamid'in yaptığı mobilyalar da sergide ödül almış. Kitapta bu sergi ile ilgili çok hoş anekdotlar var.



***
Hikayede bazı anlaşılmazlıklar da var: mesela Barkev ve karısı neden mutsuz?, Barkev'in babası neden bu kadar silik? Osman bu kadar kolay nasıl sevdiklerinden ve memleketinden vazgeçebiliyor? Osman'ın vefat haberi nasıl gazetelere çıktı? Ermeni soykırımı, bu öykünün neresinde? Var ama yok gibi sanki... Barkev'in annesi kimdir ve bu hikayenin neresindedir? Belki her okuyucu için önem kazanmayacak sorular bunlar... Sadece benim aklımı kurcalamış da olabilir. Tüm bunlarla birlikte okunası bir roman olmuş "Gırnatacı"; tavsiye ederim...