29 Ekim 2015

Sakız Adası - 2015 Yunan Adaları Günlüğü 1

Bu yaz, tam bir Yunan Adaları canavarıydık. 65 günlük seyahatimiz 
sırasında tam 24 ada gezdik. 

Sakız, Çeşme'ye yakınlığı ile karadan da kolayca ulaşabileceğiniz bir ada. Biz teknemizle gittik ama Çeşme'den buraya günlük motorlar mevcut ve biz de gittiğimizde hafta sonu olması dolayısıyla etraf Türk kaynıyordu. Sahil kenarına dizilmiş lokantalarda Türkçe menüler ve yazılar, bizde şu an moda olan Arap turisti tavlamak için yazılmış Arapça yazıları andırıyordu. Tüm kiralık araçlar da Türkler tarafından kapışılmıştı. Allahtan akşamüstü hepsi Türkiye'ye döndü de etraf biraz sakinledi... Sakız adasının tarihinde Osmanlı'nın yeri pek sevimli değil. Pek çok kaynakta astılar, kestiler tarzı söylemlerle karşılaştık. Yine de biz Türkler'den çok para kazandıkları için bize tarafsız davranmaya çalışıyorlar. 
Sakız Adası, adı üstünde sakız ticareti ile ünlü ve her zaman Akdeniz'in en zengin adalarından biri olmuş. Eee hala 100 gr. sakızı 12 eurodan satıyorlar. Mart 1822'de Osmanlılara karşı yapılan bağımsızlık isyanının en büyük katliamı bu adada yapılmış. 1881 depremi de adayı epeyce hırpalamış.
İlk turumuzu, ana merkezdeki kale içinde yaptık. Kale içinde Müslüman ve Yahudi evlerine sıkça rastlanıyor. Osmanlılar adayı 1566'da fethedince Ortodoks ve Katolikler sur dışına çıkarılmış. Sur içindeki cami, yeni restorasyondan çıkan Türk hamamı, Osmanlı mezarlığı görülmesi gereken eserlerden.



Gezinin sonunda 30 euroya arabamızı  da kiraladık. Adanın görülmesi gereken dağ köylerini bu gün gezmeye karar verdik. 
İlk köyümüz Pirgi... Tüm dağ köylerinde sakız ve sakızdan yapılan ürünler üretiliyor ve yaşlı nüfus oldukça fazla. Pirgi, duvarlarına sıva ile işlemeler, desenler yapılan süslü binaları ile meşhur.
Süslü evler "ksysta" için duvarlara siyah kum kullanılarak sıva vurulur. Sonra kireç badanası yapılır. Daha sonra geometrik desenler şeklinde kazınıp alttaki siyah astar ortaya çıkarılır. 




Pirgi'den çıkıp dar sokaklarıyla adeta bir ortaçağ köyünü andıran Olimpi'ye girdik. Burası kare planlı bir şehir. 
Ardından, uçan payandalar, yine dar yollar, kemerler, evler arası köprüler cenneti Mesta'dayız. Buradaki Tum Kilisesi, adanın en büyük kilisesiymiş. Mesta'da aynı yükseklikte çatılar ve dış çevre duvarlarının köşelerindeki kuleler dikkat çekiyor.
Akşam yemek için de, bizim Türk teknelerinin giriş- çıkış yapmadan sorunsuz yanaştığı için tercih ettiği Lagada Koyu, Nostos restaurantta yemeğimizi yedik. Burada porsiyonlar çok büyük ve buna rağmen fiyatlar çok ucuz. Deli gibi Türk kaynıyordu... Biraz üşüdük ama bence iyi yemek için değerdi. 


İkinci gün, kahvaltıdan sonra dünden kiraladığımız arabamızı alıp Cozmote bayiine gittik. Yunan adalarında rahat kullanabilmek için multi wireless cihazı almak istiyoruz. Bize yardımcı olan kız giriş yapmak için tüm cihazları isteyince tekrar tekneye döndük ve ipad'i aldık. Dükkana tekrar gittiğimizde kız bu sefer pasaport istedi. Yanınızda olmadığı için bu kez ben yürüyerek tekneye döndüm. Ali arabayla gelip beni aldı ve tekrar dükkana gittik. Neyse ki bu cebelleşmenin sonucunda 5 Gb'lik aylık internetimiz oldu:) Hat ücreti 20 euro, cihaz 42 euro...
Şimdi gezimize devam edebiliriz. İlk durağımız Nea Moni Bizans manastırı... Burası 11. yy'dan kalma ve mozaikleri ile meşhur.
Manastırda gördüğümüz insan kemiklerin sebebinin Türklerin saldırısı olduğu duvarlarda yazıyor. Manastır ikinci büyük darbeyi de 1881 depreminde almış. Pek çok mozaik bu depremde zarar görmüş.
bu manastırın tarihi 11.yy.'a dayanıyor. Bizans İmparatoru IX. Konstantinus Monomakhos zamanında 1042'de üç münzevinin bir Meryem Ana ikonu buldukları yerde kurulmuş. Rahibe manastırı olup son rahibe öldüğünde keşişlere kalacağı söylenmektedir. Girerken bu tuhaf elbiseleri giydik. Bunlar da rahibelere ait.
Bu manastırın ünlü mozaikleri var. Bunlarda biri olan Anastasis mozaiğinde İsa dirildikten sonra Adem ve Havva'yı cennetten çıkarırken görülüyor. Bir diğer mozaikte ise İsa, havarisi Aziz Petrus'un ayağını yıkarken görülüyor.

Bizans saatine ayarlı saat ise 1923 öncesi İzmir'inden bir Ermeni ustasının yapımı...
.
Bu dolaptaki kafa taslarını hikayesi de bir katliama dayanıyor. 250 yıl boyunca Osmanlı egemenliğindeki Kiosklular Samoslularca kışkırtılmış ve Mart 1822'de bağımsızlıklarını ilan edip ayaklanmışlar. Öfkelenen Sultanın askerleri 30.000 kişiyi katletmiş, iki katından fazlasını da tutsak etmiş. Manastırları ve evleri yakıp yıkmışlar. Bu katliamda Neo Mani Manastırı'na sığınanlar olmuş ama 600 keşiş ile birlikte bunlar da öldürülmüş. Manastırın ana giriş kapısındaki şapelde burada ölenlerin kemikleri saklanmakta..
Bu tavus kuşu da manastırın bahçesinde kuyruğunu açıp resmen bize merhaba dedi. Ben böyle muhteşem bir yaratık görmedim.

Sonraki durak Avgonyma köyü. Burada yazın 30, kışın ise 10 kişi yaşıyormuş ama evler oldukça bakımlı. Avluları ve teraslarıyla adeta bir tatil köyü havasında. Köy meydanındaki lokantada fırında pişmiş nefis köy yemekleri yedik. Ve 4 kişi sadece 37 euro hesap ödedik.
Buraya çok yakın olan Anavatos'un hazin bir hikayesi var. Dik bir yamacın üzerinde olan bu köy şu an terkedilmiş bir durumda. 1822'de Türkler'in istilası sırasında, 400 kadar köy sakini korkudan kendini 300 m. yükseklikten aşağıya atmış. Gerçekten tüyler ürpertici, dar sokakların etrafına dizilen evler şu an yıkık dökük ve belli bir noktadan sonra gezenler için tehlike arz ediyor. Biz Türler, bu adaya ve halkına az çektirmemişiz...
Arabayı teslim etmeden önce en son uğrayacağımız yer, senede bir gün açık olan 16.yy sonlarına ait Moni Moundon Manastırı... Buraya gitmek için toprak yollara girdik, geri döndük, başka yol bulduk ve sonra galiba manastıra ılaştık. Galiba diyorum çünkü in cin top oynadığından doğru yerde olduğumuza bir türlü emin olamadık.
Şehre döndüğümüzde epey yorulmuştuk. Yine de dönüş yolunda birkaç dükkan gezip sakız siparişlerimizi aldık. Zeliha ve ben işi daha da ileri götürüp akşam yemeği için salata malzemesi almak uğruna sabahtan gördüğümüz manava gittik. Ama maalesef 15:00 ve 18:00 saatler arası Yunanlıların siesta zamanı olduğundan, sabah yürümekte zorluk çektiğimiz sokakları ıssızlığından tanıyamadık. Manav dahi kapalıydı. Sonra  da ekonomimiz kötü diye ağlıyorlar. 

28 Ekim 2015

Garaj


Bir yılbaşı gecesinde, şehrin göbeğinde, trans seksüel Orkide ile fotoğraf bölümü öğrencisi Kahraman'ın yolları kesişir. Orkide, "Garaj"da kocasını beklerken Kahraman da ödevi için onun fotoğraflarını çekmeye çalışmaktadır. Son derece sönük bir karakter olan Kahraman, anne ve babasının ölümünden sonra anneannesiyle yaşamaktadır ve bir türlü sosyalleşmeyi becerememektedir. Toplum tarafından dışlanan Orkide ise, ezilmişliğini hırçınlığıyla tedavi etmektedir. Orkide'nin beklediği evli sevgili bir türlü gelmek bilmez. Dışarıda herkes mutludur ya da mutlu numarası yapmaktadır. Kornalar çalar, havai fişekler patlar... Kahraman'a hoşlandığı kıza nasıl yaklaşması gerektiğini anlatmak Orkide'ye kalırken, Orkide'nin kırılan kalbini onarmak da Kahraman'a düşer.

Geçen sene sezon finalini yaparken Kadıköy'deki sıra dışı sahnesinde bulunup izlemekten çok büyük keyif aldığım bir oyun oldu "Garaj"... Bu yorum epeyce geç kaldı anlayacağınız. Ama olsun bu sezon da oynandığına göre yazmaya değer... 
Ekranda izlerken canlandırdığı "gay" karakterinde son derece abartılı bulduğum Enis Arıkan, bu kez Orkide rolü ile sahnede adeta bir "dev"... Oyunculuğu tek kelimeyle mükemmel... Kahraman'ı oynayan Murat Güven Akpınar ise gerçek hayatta da o kadar sessiz ve içine kapanıkmış etkisi yaratacak kadar rolünü başarıyla canlandırıyor. Oyun bitimindeki samimi selamları ile ikisi de hatıralarınızda güzel bir yer alıyor...
Ben çok beğendim... Mutlaka gidip bu iki samimi adamı izleyin derim...
Bu arada not: Reji, İpek Bilgin'e ait. Ve... Kahraman'ın üzerindeki kazağı, Enis Arıkan'ın annesi elleriyle örmüş.




Üç - Sarah Lotz



Uzun zamandır gerilim romanı okumuyordum. değişiklik oldu...
12 Ocak'ta, Güney Afrika, Japonya, Florida ve okyanusta meydana gelen 4 ad. uçak kazası ve her uçaktan kurtulan tek bir çocuğun etrafında dönen olaylar... 
Hayatta kalan çocukların "Mahşerin Dört Atlısı" olduğuna inanan muhafazakar dinciler, çocuklarla temasa geçen insanların başlarına gelen ilginç ve doğaüstü olaylar, roman içinde yazılan bir roman, yer yer gazete haberleriyle, yer yer internet yazışmalarıyla aktarılan bir hikaye...
Muhteşem bir kurguya sahip bir gerilim romanı...
Kitabın sonuna kadar dikkatli okumak gerekiyor. Ben pek bir karıştırdım olayları kim kimdir? Kim öldü? Kim kaldı filan... Sonucu havada kalmasaydı benden dört yıldızı da alırdı. Kitabın devamı olan "Dört" ü okuyacağımı pek sanmıyorum. Bu türden tek bir kitap okumak bana bu sene için yeterli geldi:)


The Three



26 Ekim 2015

Middlesex - Jeffrey Eugenides

Bir kız olarak doğuyor ve 14 yaşınıza kadar kız olarak yetişiyorsunuz ve sonra bir gün, aslında bir erkek olduğunuzu öğrenip bundan sonraki hayatınıza bir erkek olarak devam etmeye karar veriyorsunuz. Bu, Eugenides'in 9 senede yazdığı, Pulitzer ödüllü romanı "Middlesex"in kahramanı Calliope Stephanides'in trajikomik hikayesinin özeti...
Calliope'nin baba tarafından büyük annesi ve babası, Osmanlı döneminde Bursa'da yaşayan Rumlar'dan. İpek böceği yetiştirerek geçimlerini sağlıyorlar. Kurtuluş Savaşı sırasında İzmir'den gemiye binip kaçan aile, soluğu sanayi şehri Detroit'te alıyor. Calliope'nin yıllar sonra ortaya çıkan çift cinsiyetli olma durumu da o zamanın Rum köylerinde rastlanan "dışarıya kız vermeme ve Rum kimliğini koruma" dürtüsünün bir sonucu olarak sıkça görülen bir rahatsızlık. 
Middelesex'te üç neslin hikayesini, üç ayrı roman gibi, hiç sıkılmadan okurken hikayeye büyük İzmir yangını, Atatürk ile ilgili anekdotlar, mübadele yılları, 1967 Detroit ayaklanması, Amerika'daki içki yasağı, Watergate skandalı, Kıbrıs harekatı, 2. Dünya Savaşı gibi tarihi gerçekler de dahil oluyor. 

Uzun zamandır bu kadar severek bir kitap okumamıştım. Şiddetle tavsiye ediyorum...

“Ben iki kez doğdum: İlkinde 1960 yılının Ocak ayında, Detroit için inanılmaz derecede dumansız bir günde kız olarak ve daha sonra tekrar 1974 yılının Ağustos ayında Michigan-Petoskey’de bir acil kliniğinde, ama bu defa ergenlik çağında bir delikanlı olarak.”


 Middlesex


4 Ekim 2015

Sahilde Kafka / Haruki Murakami

Murakami'nin 1Q84'ten sonra okuduğum ikinci romanı olan Sahilde Kafka, 2006 yılında World Fantasy ve Franz Kafka ödüllerini almış ve 2005 yılında New York Times tarafından Yılın En İyi 10 Romanı arasına seçilmiş.

Kendine Kafka Tamura takma adını seçen 15 yaşındaki dünyanın en sert ergeni kahramanımız heykeltraş babası ile birlikte Tokyo'da yaşamaktadır. Henüz 4 yaşında iken annesi ve ablası tarafından terk edilen Tamura, babasının kehaneti yüzünden evden kaçar. Bu, Yunan mitolojisinde geçen Ödip’in kehanetiyle aynıdır. Babasına göre Kafka Tamura, tıpkı o mitolojik kahraman gibi babasını öldürecek ve annesiyle hatta ablasıyla cinsel ilişkiye girecektir.
Diğer yandan, çocukken geçirdiği olağandışı bir olay sonucu okuma yetisi, zekası ve gölgesinin yarısını yitiren Nakata, edindiği yeni yetenekleriyle başka bir boyutta Tamura'nın hayatına müdahil olmak için yola çıkar. 60’lı yaşlardaki adam, yeni yetileri sayesinde kedilerle konuşan, havadan sülük, balık yağdıran iyi niyetli bir insandır. Çıktığı yolculukta amacı 'giriş kapısı'nı kapamaktır. Bu esnada Tamura'nın heykeltraş babasını öldürür.
Tamura'nın evden kaçtıktan sonra sığındığı kütüphanenin müdürü olan Saeki hanım tıpkı Nakata gibi iki boyut arasında yaşayan, 50'li yaşlarına yakın bir kadındır. Kütüphane binasının asıl sahibi olan, genç yaşta elim bir olay sonucu kaybettiği sevgilisi içşn tazdığı ve bestelediği 'Sahilde Kafka' adlı eserde bahsettiği giriş kapısı, kitabın kilit noktası gibi görünür. Saeki Hn. 15, 19 ve 50 yaşındaki halleriyle Tamura ile ilişki yaşar.
Kütüphane görevlisi Oşima, kadınlık ve erkeklik arasına sıkışmış cinsel kimliğiyle Tamura'nın en iyi arkadaşıdır ve ormanın içindeki, herşeyden uzak evinin yardımıyla Tamura'nın kimliğini bulmasına yardımcı olur. 
Kitaptaki tüm kişilikler, benlik savaşındadır. Ve hepsi kültürel olarak kendindeki eksiklikleri tamamlama hevesindedir.

Kitapta daha neler mi var? Johnnie Walker (viski markası üzerindeki logo) kılığına girmiş kedi katili, Albay Sanders (KFC'nin logosu) kılığına girmiş kadın tellalı ve yol gösterici, Nakata'ya yardım için işini gücünü bırakan ve giriş kapısını kapayıp canavarı öldüren kamyon şöförü, Tamura ile bir gecelik ilişki yaşayan otobüsteki kız- ki Tamura onun ablası olduğuna inanır, ormanda arafta kalan yıllar önce kaybolmuş iki asker, aslında Tamura'nın iç sesi olan 'Karga' isimli genç - ki bu da Kafka'nın adının Çekçe manasıdır.
Sizin de kafanız karıştı değil mi. Aslında felsefi olarak çok yoğun metaforlar içeren, edebi yanı çok etkileyici bir kitaptı 'Sahilde Kafka' . Murakami yazarken çok derin manalar düşünmüş olabilir ama ben başından sonuna çok heyecanla okumama rağmen ne olaylar arası bir ilişki kurabildim ne de bir sonuca varabildim. Murakami manyağıyım, ne yazarsa okurum diyorsanız mutlaka okuyun. Ama fantastik roman dalında bence zırvalamış bu kitabı size önermem haksızlık olur. 


Umibe No Kafuka