25 Kasım 2016

Pi - Akilah Azra Kohen

Bu Hikaye Burada Bitecek ve Sen Başlayacaksın...

Şimdi itiraf zamanı!İtiraf ediyorum: 
Sana tuzaklar kurdum. Adlarını Fi ve Çi koydum.Can Manay'ın Duru'ya duyduğu açlıkla çıkardım seni yola,Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını Deniz'le anlatmaya çalıştım sana…Beni takip etmen için yolumuzu onların hikâyeleriyle süsledim.Anlamları da hemen hemen her satıra gizledim. Çünkü Pi'deydi asıl anlatmak istediklerim.Çaresizdim. Vazgeçemezdim.Sana bu manzarayı mutlaka göstermeliydim.Seninle nihayet burada buluşmak için çok emek verdim.Şimdi yine gel benimle, birlikte yürümeye devam edelim.Savaşların savaşılarak kazanılamayacağını, asıl zaferin ancak doğrudan ayrılmayınca kazanıldığını Özge anlatsın sana,Yaptığımız her şeyin evrende dönüp dolaşıp bize nasıl geri geldiğiniCan'dan dinle,Analiz edebildiğimiz kadar güçlü, sadeliğimiz kadar güzel, gerçekliğimizdeki samimiyet kadar eşsiz olduğumuzu Bilge'de gör,Kendi değerini başkalarının gözünden biçenlerin acısını Duru'yla anla,Ve Deniz'in düşüncelerinde tanış geleceğin insanıyla… Gel benimle. Yolumuz uzun değil, Nihayet sana gidiyoruz, bana…
BİZ'e.Sorgulanmamış, analiz edilmemiş bir yaşam hiç yaşanmamıştır.(Tanıtım Bülteninden)




Fi ve Çi'yi daha önce okuyup yazmıştım. Pi de piyasaya çıkmıştı ve elim mahkum okuyacaktım... Tanıtım bülteni en iddialı kitaplar listesinin birinci sırasında yer alıyor Kohen'in kitapları... O denli iddialı başladı, o kadar iyi reklamı yapıldı ki ister istemez beklenti yükseldi, yükseldi vee sonunda istenene yetemedi (-kendim için konuşuyorum). 
Bu kitapta neler mi oldu? Özge baş rolde ve siyasetin doruğunda, Can Manay depresyonun dibinde ve sonunda akıl hastanesinde, Bilge sonuna kadar Can'ın yardımında, Eti sırların doruğunda, Deniz inzivada, Ada şöhret ve yalnızlıkla hayatının sonunda, Göksel faşizmin peşinde, Deniz başarı ve sevgi sarhoşu... Hepsi birbirinden karışık ve bir o kadar iç içe hayatlar. Ben, üçüncü kitabın sonunda da farkındalık sahibi olamadım. Olanların önündeyse saygı ile eğiliyorum...





Not: Pi'nin en güzel tarafı, sayfa aralarına ve diplere yerleştirilmiş müzik önerileriydi. Yandaki spotify listesi bu öneri parçaları içeriyor. Mutlaka dinleyin, çok etkileyici...

Elveda Güzel Vatanım - Ahmet Ümit


Yıl 1926… Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, Cumhuriyet ilan edilmiştir. Eski bir İttihat ve Terakki üyesi Şehsuvar Sami, Pera Palas Oteli’nin bir odasında, geçmişiyle ve ümitsiz aşkıyla yüzleşir… Son 20 senedir yaşadıklarını Ester’e yazdığı mektuplarla anlatır. 

Osmanlı’daki batılılaşma hareketleri doğrultusunda 1876’da Meşrutiyet ilan edilmiş, fakat 1878’deki Rus Savaşı’nı bahane eden Abdülhamit, Meşrutiyet’i kaldırmıştır. Bu dönemde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin temelleri atılır. Cemiyet, zamanla güçlenip iktidara geçer ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte o da ortadan kalkar. Mustafa Kemal ve yandaşları, kendileri de cemiyetten gelme olmasına rağmen, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin liderleri olan Enver Paşa ve Talat Paşa’yı kurtuluş mücadelesinden uzak tutmaya çalışır. Mustafa Kemal’e bir grup ittihatçı tarafından İzmir’de suikast girişiminde bulunulur. Bu olaydan sonra eski ittihatçıların çoğu yargılanır ve idam edilir. İşte bu ittihatçı avı sırasında Şehsuvar Sami, kendisinin de yakalanıp yargılanacağını düşünerek Pera Palas’a yerleşir. 20 yıl önce aşık olduğu ve cemiyette  tetikçi olmak için terk ettiği Yahudi kızı Ester’e o zaman yaşadıklarını ve hissettiklerini anlatan 45 ad. mektup yazarak vicdanını rahatlatmaya çalışır. Bu mektuplarda 31 Mart ayaklanması da vardır, Trablusgarp Savaşı da, 1915 Ermeni Tehciri de, 1.Dünya Savaşı da…


Baş komiser Nevzat’ın maceralarını içeren polisiye romanlarıyla severek okuduğum Ahmet Ümit, bu kez tam bir tarih kitabı yazmış. Aslında kaleme aldığı dönem, tarafsız bakış açısıyla anlatılan ilginç ayrıntılara sahip. Devrim, kendi evlatlarını mutlaka yiyor bir şekilde… Benim bu kadar yoğun tarih bilgisiyle ve tarih dersleriyle asla yıldızım barışmadığı için biraz sıkılarak okudum ve bitirdiğimde “ohh” dedim. Bence tarih sevin ya da sevmeyin çatlasanız da bu kitabı okuyun… Farklı bir bakış açısı edineceksiniz…



7 Kasım 2016

Sevinç Kuşları Üçlemesi - Sezgin Kaymaz


“Geber Anne” kitabı, önce adının çarpıcılığıyla okudukça da edebi yönü ve sıra dışı hikayesiyle 1998 yılında beni büyülemişti. Daha sonra “Uzunharmanlarda Bir Davetsiz Misafir”, sonra da “Sandık Odası” ile okumaya devam ettim Sezgin kaymaz’ı… O adeta bir edebiyat cambazı… O kadar günlük bir dille o kadar iyi edebiyat yapar ki okurken mest olursunuz.
Sevinç Kuşları üçlemesi de “Deccal’in Hatırı” ile başlayıp “Kısas” ile devam etti ve “Son Şura” ile sonlandı… Ankara’nın yazarı yine Ankara odaklı bir roman dizini oluşturmuştu. İrfan isimli bir çocuğun çevresine toplanmış bir sürü ilginç karakter … Kentsel dönüşüm palavrasının çevresinde, iyi mafya, kötü mafya, zengin iş adamları, onların eşcinsel çocukları, transseksüeller, travestiler, iyi polisler, kötü polisler, sokak çocukları, heteroseksüel doktorlar, garibanlar, haydutlar, sokak çocukları, sokak kadınları, onların pezevenkleri, daha annesinin karnında bıçaklanan İrfan, ona süt ve sevgi veren güneşe çıkamayan Zilha, Veysel’in AIDS’li sevgilileri, acımasız adamlar,  bol bol küfür edip kendi dillerince  konuşup anlaşırlar… Hepsinin ayrı hikayeleri vardır, başlar ve biter…


İlk iki kitabı okumaya doyamasam da aradan geçen yılların ardından hikayeye devam eden “Son Şura” biraz olaylardan kopuk kalmış diye düşünsem de Kaymaz’ın önünde herkesin şapka çıkarması derektiğini düşünüyorum. 


Deccal'in Hatırı (Sevinç Kuşları-1)
Kısas (Sevinç Kuşları-2)



Kitap Adı: Son Şura (Sevinç Kuşları-3)





6 Kasım 2016

Tanrı'nın Formülü - Jose Rodrigues Dos Santos


"Rab mahirdir ama zalim değildir. Doğa sırlarını sinsiliğinden değil özündeki yüceliğinden dolayı saklar."-Albert Einstein-



Oldum olası fizik dersinden nefret ederim ve hiç anlamam. “Tanrı’nın Formülü” kitabı ise kuantum teorileri, atom parçacıkları gibi teorilere sayfalarında bolca yer veren bir kitap; dolayısıyla bir türlü sevemedim ve devam kitaplarını almış olmama rağmen okuyup okumama konusunda müteredditim…  Kitabı gördükçe lisedeki (sevimli olması için iki ayrı deri cilt yaptırdığımız) bin sayfalık fizik kitabını görmüş gibi oluyorum.

Kitap, Dan Brown’ın Prof. Langdon’lu, bilgi dağarcığı romanlarını andırıyor. Burada da bir tarih profesörü ve kriptolog olan Thomas var başrolde… (yakında filmleri de çekilirse hiç şaşırmam)… Kahramanımız şifreli bir mesajı çözmesi için görevlendiriliyor ve kendini İranlı bir güzelin peşinde buluyor.
Kitabın üzeinde Einstein’ın resmi var. 1950li yıllarda Einstein ile İsrail başbaşkanı bir konuşma yapıyorlar ve başbaşkan ondan bir şey istiyor . Bu istenen bilginin de yazılı belgeleri var. CIA, bunun bir atom bombası olduğunu düşünürken aslında söz konusu bilginin evrenin yaratılışıyla ilgili olduğu ortaya çıkıyor. Bu arada bir sürü kaçıp kovalamacalar, yanlış anşamacalar, Arap ülkelerinin sefilliği ve hapishanelerde çekilen işkenceler gırla gidiyor.

Evren,BigBang “Büyük Patlama” ile var olmuş ve yine sonunun soğuma ve "Büyük Çöküş" ile biteceği var sayılıyor. Bitince ise yeni bir evrenin kısır döngü gibi hayat bulacağı tartışılıyor. Ve bir gün yapay zeka, insan zekasını yenip tüm evrene sahip olacak. İşte bu teori, romanımızın özünü oluşturuyor.
Bilimsel kitap mı diyelim, teorik kitap mı, macera mı, bilim kurgu mu, fizik kuramı kitabı mı… Bu türü sevdiğini düşünenler okuyabilir. Ben pek sevmedim… Kafanızı yormak istiyorsanız buyurun okuyun…



 A Fórmula de Deus


M Treni - Patti Smith

*”Neden sevdiğimiz şeyleri kaybederiz de sevmediklerimiz tutunur kalır bize ve biz göçüp gittikten sonra onlar belirler değerimizi…

*”Sahip olamayacağımız şeyleri istiyoruz. Belli bir anı, sesi, duyguyu yeniden yaşamanın yollarını arıyoruz. Annemin sesini duymak istiyorum. Çocuklarımı çocuk halleriyle görmek istiyorum. Küçücük eller, çevik ayaklar. Her şey değişiyor. Oğlan büyüdü, baba öldü, kız benden uzun, kötü bir rüyadan dolayı ağlıyor. Lütfen sonsuza dek kalın, diyorum tanıdığım şeylere. Gitmeyin. Büyümeyin.”




Patti Smith, National Book Award’ı kazandığı “Çoluk Çocuk” kitabıyla, 60’lı 70’li yılların sanat dünyasını ve fotoğraf sanatçısı Robert Mapplethorpe ile olan ilişkisini anlatmış ve büyük ün kazanmıştı…O kitapta Jim Morrison’lar, Janis Joplin’ler vardı. Sanat dünyasını anlatan bir dönem kitabıydı ve çok ses getirmişti. Smith, 68 yaşında yazdığı “M Treni” ile hayatının daha durağan bir devresini kaleme alıyor.

Patti Smith’in “hayatımın yol haritası” olarak tanımlıyor M Treni’ni… Ve Greenwich Village adında bir kafede, her zamanki masasında başlıyor anlatmaya… Hayatı boyunca hiç sıkılmadan aldığı notlarını paylaşır okuyucuyla… Bazen bir mekandır onu yazmaya iten, bazen acı bir kahvenin tadı, bazen umutsuzca bağlandığı delik paltosu, bazen her ülkede ziyaret ettiği belli kafeler, sahilde aldığı ve yapılınca nasıl olacağını düşlediği yıkık dökük klübe, sahip olmayı düşlediği kafe, ölen kocası, çocukları, izlemeye doyamadığı dedektif dizileri (The Killing), okuduğu ve benim de biran önce okumak istediğim kitapları (özellikle de Murakami’den Zemberekkuşunun Güncesi), sevimli ve insanca unutkanlıkları, yanından ayırmadığı polaroid fotoğraf makinası… Patti Smith pervasızca, sakınmadan, sayfalar dolusu kendinden bahseder, iç dünyasını gözler önüne serer... Bohem, entelektüel bir sanatçı nasıl düşünür, nasıl yaşar bunu en imce ayrıntısına kadar görür ve Patti Smith’i ablanız gibi sevmeye başlarsınız…

 “Bütün yazarlar birer serseridir. Umarım ben de günün birinde sizin aranızda yer alırım,” diyerek sevdiği yazarlara sesleniyor Patti Smith… Eşsiz şarkı sözlerini bu kez bir anı kitabına saklıyor. O kadar içten ki, mutlaka okuyun…

M Train


Örümcek Ağındaki Kız - David Lagercrantz, Stieg Larsson



İsveçli yazar Stieg Larsson, 80 milyondan fazla satan “Millennium” üçlemesinden sonra 50 yaşında kalp krizinden ölür. Aradan sekiz yıl geçtikten sonra, geride bıraktığı notların kitap haline gelmesi için ailesi, yine İsveçli bir gazeteci olan David Lagercrantz ile anlaşır ve serinin dördüncü kitabı olan “Örümcek Ağındaki Kız” böylece ortaya çıkar… Önemli olan ilk üç kitabın ana kahramanları Mikael Blomkvist ve Lisbeth Salander’in tekrar okurla buluşmasıdır ve benim için gerisi teferruattır. Özellikle ilk kitap olan “Ejderha Dövmeli Kız”ı bir solukta okuyan ben, sırasıyla “Ateşle Oynayan Kız” ve “Arı Kovanına Çomak Sokan Kız”ı okumakla kalmayıp İsveç yapımı filmlerini büyük bir keyifle defalarca seyrettim. Larsson’un izinde yazılan “Örümcek Ağındaki Kız” ı da bir o kadar heyecanla ve keyifle okudum. Anlaşılan o ki seri devam edecek… YAŞASIN!...

 “Halkı gözetleyenler, en sonunda halk tarafından gözetlenirler.”


Mikael Blomkvist, yıllardır ses getirecek bir haber yakalayamamıştır. O ve dergisi Millenium, dijital çağa ayak uydurmakta ve rakipleriyle savaşmakta zorlanmaktadır. Lisbeth Salander ise hacker olarak edindiği servetle rahat bir yaşam sürmekte ve eski işlerine devam etmektedir. ABD Ulusal Güvenlik Dairesi NSA'in ağını hackler ve  Salander'in eline bazı devlet sırları geçer. Yapay zeka konusunda çalışmaları olan Prof. Balder, öldürülmeden önce Blomkvist’i evine davet eder. Olaya şahit olan otistik oğlu, gizli bilgilerin peşindeki adamların eline geçmeden Lisbeth tarafından kaçırılır. Blomkvist’in ayağına uzun süredir aradığı haber gelmiştir ve İsveç gizli polisi ile Rus mafyasının da içinde olduğu olaylar Blomkvist ile Lisbeth’in yollarını tekrar kesiştirir. Bu arada ilk üç kitapta bahsi geçen ikiz kardeş de ortaya çıkar.

Gerisini okumanız lazım. Gerçi kitaptaki karakter kalabalığı bazı noktalarda olaydan kopmanıza sebep olabiliyor ancak Larsson’un yazdığı ilk üç kitaptan bu duruma epeyce alışkınız. Bazı tutucu eleştirilerin aksine ben  Lagercrantz’ın anlatım dilini daha sürükleyici ve anlaşılır bulduğumu söylemek istiyorum. Millenium hayranları sakın atlamayın “Örümcek Ağındaki Kız”ı…



Det som inte dödar oss 


5 Kasım 2016

Astypalaia Adası - 2015 Yunan Adaları Günlüğü 17

16 Ağustos 2015 - Astypalaia Adası

Astypalia Adası, kelebeğe benzer şekli, beyaz badanalı evleri ile " Ege'nin kelebeği " lakabını almış bir ada. Biz limanda kaldık. Akşam üzeri limanda bir eğlence bir cümbüş, çocuklar arası yarışmalar oldu. Bu etkinliklerin nedeni Meryem’in Göğe Kabulü bayramı imiş… Adayı tanıtıcı yazılarda bu tarz festivallere rastlarsanız şanslı olduğunuz yazıyordu. İnanılmaz kalabalık ve keyifliydi. Çocuklar uzun bir kütüğe tırmanıp ucundaki sepete ulaşmaya çalışıyorlardı...



Güneş batmaya yakın buranın Chora'sına çıktık. Aslında yürüyerek de gidilebiliyor ama çok yorulmamak için otobüse binmeyi tercih ettik. Adam başı 1 euroya 10 dakikada yukarı çıktık. Ama buradan da kaleye kadar yine epeyce tırmanmamız gerekti. Kalenin ortasında ise Evanjelist Kilisesi yer alıyor.




Yine yükseklerdeyim ve yükseklik korkumdan gebermek üzereyim. (Ne kadar gergin olduğumu resimden anlayabiliyorsunuz herhalde) Buralarda insanlar nasıl yaşıyorlar. Tırman tırman dur. Bir ekmek almak bile problem... Yunan adalarında sanal market de yok ayrıca:)

Akşam yemeğimizi de Chora'da yedik. Chora'da yel değirmenlerini restore etmişler ve hepsi aktif kullanılıyor. Kütüphane olan değirmen açıktı ve içi oldukça ilginçti.




Ayrıca lokantaların arasındaki bir kafede köyün yaşlılarının oyun oynarkenki hali çok otantikti; bayıldım.





Yemekten sonra yürüyerek limana indik. Biz Zeliha ile biraz dükkan dolaştık. O benden epeyce zayıf olduğundan beğendiğimiz elbise tabii ki ona uydu ve aldı. Benim galiba 20 kilo vermem lazım:( 
Kitaplarda sakın adadan Vaikoussis isimli antikacı dükkanına uğramadan gelmeyin yazıyordu. Ancak biz orada olduğumuz müddetçe bir türlü açık göremedik orayı; artık bir dahaki sefere...

Ios - 2015 Yunan Adaları Günlüğü 16

13 Ağustos 2015 

Ios Adasındayız. Burası tam bir turizm cenneti. O kadar çok feribot gelip gidiyor ki adaya biz sayamadık. Gençlerin rağbet ettiği bu ada, barları ve gece klüpleriyle meşhurmuş. Bizim yaşımız müsait olmadığından gidemedik. Şaka yapmıyorum gerçekten insan burada kendini yaşlı hissediyor; sanki öğrenci adası...
Bu arada Ios, Homeros'un öldüğü yermiş...
Akşamüstü otobüse binip Ios'un Chora'sına çıktık. Bu adanın Chora'sı daha çok eğlence ve alışverişe yönelik. Dar sokaklarda sevimli baskılı tshirt satan mağazalardan bol birşey yok. Gece burayı düşünemiyorum; her yer bar olduğu için sanıyorum adım atacak yer kalmaz.



Tepedeki kiliseye çıktık...
Bir de yel değirmenlerine bayıldık...






Ayrıca bembeyaz binaların dış boyalarını yapan ev sahiplerine ve sokaklardaki taşların arasını beyaza boyayan kadınlara rastladık... Burada sokaklar diğer adalardaki gibi tertemiz ve bakımlı...



Yemek için tekrar limana döndük. Teknelere yakın Enigma Restaurantta lezzetli bir yemek yedik. Benim yediğim pizza gerçekten çok başarılıydı.

14 Ağustos 2015 

Sabah yola çıkamadık. Bir gök gürültüsü, ardından sağanak, bekleyelim derken yağmur hiç kesilmedi... 
Bu da teknemizin manzarası...


Zavallıcıkları tüm gün boyunca görünce bir müddet uzak durmaya karar verdim. 

Yan tekne komşumuz Manchester'da yaşayan bir aile... Dün teknelerini bırakıp feribotla Santorini'ye gidip bu öğlen geri döndüler ve sohbet ettikçe Ali ile pek çok ortak dostları çıktı. Bize bu kış Manchester yolları göründü herhalde. Aslında biz de daha önce görmediğimiz Santorini'yi bu şekilde görebilirdik ancak feribot ücreti 39 euro idi ve yanımızdaki arkadaşlar da daha önce gördüğü için cimriliğimiz tuttu ve gidemedik. Artık bir dahaki senelere diyorum.
Akşam yemeğimizi üç aile hep beraber Octopus Tree Restaurant'ta yedik. Mezelere, birkaç çeşit yemeğe ve uzoya toplam 100 euro ödedik. 
İos adasından biz çok keyif aldık. İyi bir planlama ile tekrar tekrar gidilebilecek bir yer...



Skinos - 2015 Yunan Adaları Günlüğü 15

12 Ağustos 2015 

Skinos adasında topu topu 300 kişi yaşıyor. Hele bizim demir attığımız limanda 50 kişi yaşıyormuş. Skinos'un denizi hani broşürlerdeki Yunan Adaları denizi vardır ya aynı o, çok berrak ve resmen turkuaz.

Akşamüstü botumuza binip kıyıya çıktık. Sonra da otobüse binip adam başı 1,6 euroya Chora'ya gittik. Bu adanın Chora'sı yıkık dökük bir Bizans kalesinin etrafındaki restore edilmiş binalardan oluşuyor. Birkaç kafe-restaurant ve tek bir seramik dükkanından başka bir şey yok. Her yer çok ıssız...



Burada beklediğimizi bulamayınca tekrar otobüse binip 5 km.illerideki Manalis vinery (şarap üretim merkezi)ne gittik. Bağların içindeki bu şirin ve bakımlı restaurant, güzel manzarasıyla hemen bizi cezbetti.
Restaurantı çevreleyen masalara yanyana oturduk. Kendi ürettikleri şarap eşliğinde güneşin batışı çok keyifliydi. Skopelos Adası'ndaki 'Anna's Place' den sonra en beğendiğim restaurant burası oldu.


Salatamız, fırınlanmış bütün ekmeğin içinde... Ne kadar şık bir sunum değil mi? Karşıdan görünen ada, Folegandros... Yemekten sonra bir de depolama alanlarını ve fıçıları gösterip sunum yaptılar... Lazanya, asma yaprağında biftek, 1 şişe şarap, salata ve tatlıdan oluşan bu güzel yemeğe dördünüz 68 euro ödedik...
Gecenin tek handikapı otobüs saatini tam öğrenmeden restauranttan kalkıp girişe gitmek oldu. 9:30 otobüsünü 20 dk. farkla kaçırdığımız için 50 dk. beklemek durumunda kaldık. Allahtan o gece meteor yağmuru vardı... 
Ben 5-6 tane gördüm; enfesti...

Piç - Hakan Günday

“İnsanlık, kendini öldüren ilk insan tarafından ihanete uğramıştır. ancak sadece zamanın lehine işleyen zamanla zekasının katili ve kurbanı olan insan, intihar etmeyi utanç verici bulmuştur. ölümsüzlüğün, hayatta kalmaktan geçtiğini öğrendiği için varlığında yamanamaz delikler açarak kendine tecavüz etmeyi öğrenmiştir. böylece insanlığın unutamayacağı ve tanık olabileceği en korkunç gösteri başlamıştır.”
“Piçler iradelerini sadece hayatta kalmak için harcarlar. Dünya üzerinde bir gün daha geçirebilmek için. Çünkü onları en çok zorlayan konu hayattır. Bütün iradelerini yataktan kalkmak akıllarından geçen delice düşünceleri gerçekleştirmemek için harcarlar. Dolayısı ile eline doğdukları topluma yararlı bir birey olmak ve o ele tükürmemek konusunda irade eksikliği çeker. Sadece ve sadece hayatta kalmak için harcadıkları irade miktarı sahip olduklarının hepsini tüketmeye yetecek kadardır. Bu nedenle piçler sosyal hayatın içinde zayıflıklarıyla tanınırlar.”

“Dünya üzerindeki yaşıtlarının yarısı gibi "Tanrı var mı, yok mu?" sorusunu hiçbir zaman sormamış olan piçler,Tanrı'nın var olduğunu bilir ancak ona inanmaz ve kulları olmayı reddederler. Tanrıtanımazların aksine Tanrı'yı bilir ama tanımazlar. Tanrı'nın yarattıklarını hatalı bulurlar. Tanrı'nın çalışma tarzını beğenmezler.”


Hakan Günday’ın “Piç” kitabından bu iki alıntı, kitapla ilgili bir ipucu vermiştir size sanırım… “Piç”, Günday’ın üçüncü kitabı. Şimdiye kadar “Kinyas ve Kayra”, “Az” ve “Daha”  kitaplarını çok severek okudum yazar, insan ruhunu en ince ayrıntısına kadar inceleyen, okuyucuyu derinden etkileyen ve sarsan romanlarıyla biliniyor…
“Piç”in dört kahramanı var… Afgan, Hakan, Cenk ve Barbaros. Ve piç hayatı sürmenin de kuralları. Bir kere aile kavramı son sırada gelecek, deli gibi içki ve sigara içilip aileden alınan para son kuruşuna kadar harcanacak, kimin evi olursa olsun beleşe kalınacak, beleşe yiyip içilecek, alışılmış lüks hayatı devam ettirmek için elde avuçta ne varsa satılacak, v.s… 
“Piç”ten hatırımda kalanlar ise Cenk’in yaratıcı t-shirtleri, Hakan’ın okumadığı ve konularını uydurduğu kitaplar hakkındaki sayfalar dolusu hikayeleri…


Ben “Piç” i çok severek okumadım. Beni biraz yordu açıkçası… Konusu da beni çok fazla sarıp etkilemedi… Günday’ın piçliğin felsefesini yaptığı bu romanı eğer kendisinin sıkı bir okuyucuysanız okuyun ama sakın bir Hakan Günday’ı tanıma kitabı yani bir ilk kitap olarak okumayın…