2000 yılında Avrupa Kültür Başkenti seçilen Bolonya, İtalya'nın kuzeyinde yer alıyor. Kızıl Şehir olarak da adlandırılan kent, Avrupa'nın en eski üniversitesini barındırıyor... Ayrıca gurme turizmi için de bir cennet olduğu söylenebilir. Bolenez sos, adını buradan alıyor; bununla beraber balzamik sirkenin, parmesan peynirinin, el yapımı hamur işlerinin de en iyisini burada bulmak mümkün...
Sevgili tur acentalarımızın paket İtalya turlarında maalesef Bolonya'ya rastlamak imkansız. Bu sebeple siz de bizim gibi kendi turunuzu kendiniz düzenleyip ve THY ile direkt Bolonya'ya uçabilirsiniz.
Biz otelimizi booking.com adresinden bulduk. Hotel Cavour, inanılmaz merkezi bir noktadaydı. Bolonya zaten ufak bir şehir olduğundan yürüyerek her yere ulaşmak mümkün.
Şehrin en önemli yapıları Garisenda ve Asinelli Kuleleri. Bu iki
kuleyi de şehrin her noktasından görmek mümkün. Eskiden şehrin ileri gelen
ailelerinin kendi adlarına kule inşaa ettirmeleri adettenmiş ve Bolonya da eski
tasvirlerinde kuleli şehir olarak dikkat çekiyormuş. Bu kuleler gibi yaklaşık 200 adet daha kule varmış ancak depremler sonucu
geriye sadece bu iki kule sağlam kalmış. Sağlam kalmış diyorum ama Garisenda,
gözle görülecek kadar eğri bir kule.
Asinelli'nin tepesine çıkmak mümkün ancak okuduğum her kaynakta merdivenlerin darlığından ve tam 498 basamak çıkıp inmenin zorluğundan bahsedince biz denemeye dahi kalkışmadık.
Basilica di San Petronio şehrin merkezinde yer
alıyor. Gotik mimari bir eser olan kilise, dünyanın en büyük onbeşinci
kilisesiymiş. Kilisenin ortasından geçen meridyen çizgisi bence en ilginç
özelliğiydi. Ayrıca burada dünyanın en uzun güneş saatlerinden
biri olan astronomik saat yer alıyor.
Piazza
Maggiore, şehrin en ünlü meydanı ve herkesin buluşma noktası. Bolonya'nın ünlü
Neptün Çeşmesi de bu meydanda. Bu çeşme Papa'nın gücümü simgelemek için
yaptırılmış. Neptün nasıl denizlere hükmediyorsa Papa da tüm Hristiyan alemine
hükmeder mantığı...
12. yy.da inşa edilen ve oldukça eski olan San
Domenico Bazilikası, içinde barındırdığı birbirinden farklı minik şapellerle
oldukça ilginç. Michelangelo'nun erken dönem heykellerini de burada görmek
mümkün...
1088 yılında inşa edilen dünyanın en eski üniversitesi olarak kabul edilen ve hala faal olan Università di Bologna (Bologna Üniversitesi) oldukça geniş bir alana yayılıyor. Biz birkaç binayı gezdik ve hayran kaldık. Burada okumak gerçekten tam bir ayrıcalık. Bu tarihi üniversite Dante, Erasmus ve Kopernik'i de yetiştirmiş.
Üniversiteye yakın noktada birden çok kilise ve şapelden oluşan dini binalar topluluğu Santo Stefano Bazilikası "Sette Chiese" gezilmeye değer bir bina. Buradaki şapellerden biri savaşlarda şehit olan pilotlara ayrılmış.
Bolonya'da hemen hemen tüm binalar kızıl. Revaklarla bezeli kaldırımlar, bitişik nizam binalar, şehrin mimari karakterini oluşturuyor. Revaklar o kadar güzel bir perspektif veriyor ki hemen hemen tüm çektiğimiz fotoğraflarda başroldeler. Bolonya tam bir Ortaçağ kenti görünümünde, çok iyi korunarak bozulmadan bugüne gelebilmiş bir kent. Bu durumdan o denli etkilendim ki kaldığımız Otel Cavour'daki -ki biz eski manastırın olduğu kısımda kalıyorduk- ilk gecemizde sabaha kadar Ortaçağ kabusları gördüm...
Bolonya'da neler yedik?
İtalya’nın en güzel yemeklerini yiyebileceğiniz
Bologna’da özellikle ailelerin işlettiği eski İtalyan restoranları,
İtalyan mutfağını yakından tanımanıza güzel bir fırsat olacaktır. Bologna’da İtalyan yemeklerinin tadını çıkararak güzel
bir akşam yemeği yemek isterseniz, önceden rezervasyon yaptırmanız ya da masa
boşalana kadar beklemeyi göze almanız şart. Biz de ilk akşamımızda böyle bir
restaurant seçtik ve 45 dakika kadar beklemek durumunda kaldık. İçinde
bal kabağı olan herşeyi çok severim. Trattoria Sergei'de mevsimsel
olarak yapılan bal kabaklı el yapımı tortellini (mantı diyelim) yeme şansım
oldu. Umduğum kadar harika bir lezzet olmasa da bir daha dünyada yiyeceğimi
düşünmediğim bir tat olduğu için oldukça ilginçti.
Burada mutlaka Bolenez soslu ev yapımı makarnayı denemek lazım... İkinci ve son gece gittiğimiz Il Saraceno' da şimdiye kadar yediğim en lezzetli makarnayı yedim diyebilirim. Ama tavsiyem spagetti değil tagliatelli tercih etmeniz. Hem çok diri hem de bir o kadar kolay yeniyor...
Ayrıca lokal yiyeceklerin ve yöresel ürünlerin satıldığı ve her gördüğümüz şeyi almak istediğimiz Quadrilatero bölgesinde saatlerce dolaşmaktan kendimizi alamadık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder