Mart ayında, Kanarya adalarının en doğusunda yer alan Lanzarote’ye gittik. Buranın sıcaklığı tüm yıl boyunca 20 derece ile 29 derece arasında değişiyor. Bu durum da burayı her daim gidilebilir bir tatil adası haline getiriyor.
Lanzarote, siyah kumsalları, beyaz dalgalarıyla, pek çok küçük krater ve lav akıntısının bulunduğu bir yer. Evler bembeyaz, pencere pervazları ve kepenkler genelde yeşil boyalı, kalın kerpiç duvarlar tipik bir İspanyol mimarisini yansıtıyor.
Lanzarote’nin dağlık ve yerleşim olmayan bölgelerinde kendinizi ay’a veya Mars’a gelmiş gibi hissedebilirsiniz. Bu ada, 100’den fazla volkanı barındırıyor. Burada renkler, kırmızı, siyah, sarı, gri, kahverengi … 6 yıl gibi bir süre zarfında, volkanik patlamalarla birlikte lavlar her şeyi ezmiş, eritmiş, yutmuş. Lavlardan sonra kaktüsler yetişmiş sadece adada, bir de şarap için üzüm…
Ressam, mimar César Manrique ile özdeşleşen Lanzarote, adanın doğal volkanik yapısını bozmadan olağanüstü ve kalıcı güzellikler yaratmış. Biz de “her şey dahil” otelimizde pineklemek yerine araba kiraladık ve gezimize Kaktüs Bahçesi’nden başladık. Burada 1400 ün üzerinde çeşidiyle yaklaşık 10000 kaktüs var.
İkinci durağımız Cueva de los Verdes, burası lavların denize akarken soğumasıyla oluşan bir yeraltı mağarası. Yaklaşık 40-50 kişilik gruplar halinde, yerel bir rehber eşliğinde dolaşılıyor. Sadece 1 km.likkısmı gezilebilen mağarada, kah eğilerek kah tırmanarak bir konser alanına ulaştık. Fonda ruhani bir müzik var. Rehberimiz bize mağaranın oluşumu hakkında bazı bilgiler verdikten sonra turun bitmek üzere olduğunu, ancak bundan sonraki çıkış kısmında çok dikkatli olmamız gerektiğini, uçurumlar ve kuyular yüzünden fotoğraf bile çekmemizi ve tıpış tıpış onu takip etmemizi söyleyip bizi biraz gerdi. Biz de denileni yaptık. Dönüş yolunun yarısında, geniş bir alanda bulduk kendimizi; rehber şimdi burada çok dikkatli olmamız gerektiğini ve çok derin bir çukurla karşı karşıya olduğumuzu söyledi. Ben, uçurumu ve yanındaki ince patikayı görünce, panik atak haline geçtim ve bu mağaranın “ölmeden önce gördüğüm son yer” olduğunu düşünmeye başladım. Eğer o patikadan geçilecekse ben kesin o derin uçurumun dibini boylarım gibi geliyordu. Rehber, önlerden bir turiste bir taş verdi ve uçuruma atmasını, düşme sesinin epey sonra geleceğini söyledi. Veee turist denileni yaptığı an “clop” diye bir ses geldi ve anında o uçurum sandığımız kısmın bir gölet olduğunu suyun helezonlarından idrak ettik. İşte o an rahatlama duygusu ile beraber gelen rehber kadının saçını başını yolma duygusunu zor bastırdım.
Üçüncü durağımız Los Jameos del Agua, Manrique’nin yine doğa harikası mağaraları, doğal gölleri çok iyi kullanarak oluşturduğu bir doğal park… Buradaki volkanik mağaranın bir konser salonu olarak dizaynı çok başarılı…
En son durağımız doğal kraterlerde denize girebileceğimiz Charco del palo oldu… Okyanusun serin sularına girmek biraz tüyler ürpertici olurken, kraterden oluşan doğal yüzme havuzu inanılmaz keyifliydi.
İkinci turumuzda tercih ettiğimiz bölge Timanfaya Doğal Parkı oldu. Bu 52 km2 alanda sadece volkanik oluşumları görüyorsunuz. Her yer soğumuş lav, pek çok turist deve üzerinde buraları gezmeyi tercih ediyor. Bence bu alan, bu adanın son derece ürkütücü bir alanı. Sanki şeytanın adasındayız. Sanki her an yeni bir patlama olabilir… “Aman tanrım ne işimiz var burada”…
Oldukça serin bir gündü, adanın diğer plajlarına bir göz attık sonraki durağımız El Golfo oldu. Burası doğal yeşil renkli gölüyle, doğal bir anfitheatr görünümünde.
Volkanların oluşturduğu ürkütücü doğallığı biraz olsun yumuşatan César Manrique’nin evi ise son durağımız oldu. İnanılmaz detaylarla, tavanı delen ağaçlar, minik avlular, bambeyaz havuzlar, mağara geçişler, odaların içine taşarak gelmiş izlenimi veren volkanik kayalar, geniş camlar, tamamen araziye ve adaya saygılı bir ev ; işte iyi mimarlık dedirtiyor.
Biraz da yediklerimizden bahsedelim. Bir kere bol bol İspanyol şarabı ile hafif şampanya tarzı bir içki tükettik. Tapaslar her öğlen tercihimiz oldu. Masa boyutundaki, gözümüzün önünde yavaş yavaş pişen dev Paella ise tatile damgasını vurdu diyebilirim. Keşke iki tabak yeseymişim tadı hala aklımda…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder