18 Ekim 2021

Taşkışla - Bir Hayranlık Abidesi

 


Üniversite sınavına 1986 yılında girdim. Bizim zamanımızda sınav iki aşamalı olurdu. İlk sınava oturduğumuz ilde, ikinciye ise seçtiğimiz bir büyük şehirde girerdik. Ayrıca sınava girmeden evvel de tercihlerimizi yapardık. Artık şansımıza... Ben de İstanbul'u seçmiştim ve gireceğim yer ise Taşkışla  olarak belirlendi. Sınavdan bir gün evvel Taşkışla'ya gelip gireceğim dersliği buldum ve adeta binadan büyülendim. Ertesi gün sınavdan çıktığımda aileme ilk söylediğim söz "ben herhalde burayı kazanacağım" oldu... (Çok da iddialıymışım)
Yaklaşık bir ay sonra sonuçlar açıklandı ve ben İTÜ Mimarlık Fakültesi'ne girdim. Hayallerim gerçek olmuştu artık benim yuvam TAŞKIŞLA idi... 
Dört senemi burada geçirdim. Yetmedi bir de üzerine üç sene master yaptım. İlk sene İstanbul'un kabusluğu beni biraz zorlasa da okula olan sevgim galip geldi... Bu seneler sırasında (itiraf ediyorum) pek çok kez derse girmeyip avluda oturmayı ve bina ile hoşbeş etmeyi tercih ettim. Kışları hiçbir şekilde ısınmayan dersliklerde palto ve eldivenlerle ders yapsam da, yedi sene boyunca hangi koridordan çıkınca hangi dersliğe daha kolay ulaşacağımı hep şaşırsam da, bahar gelince çimlere yayılmayı, deniz manzaralı tuvaletlerini, çatıdaki dersliklerdeki kahve saatlerini, parti gecelerindeki ruhani halini, avludaki havuza atılanların heyecanını, sokak havasındaki koridorları, belki günde on kez selamladığım Afrodit heykelini, cephedeki sarmaşıkları, periyodik yayınlarda çalışırken kendi kütüphanemdeymiş gibi hissetmeyi ve avluya açılan kapının davetkarlığını hep çok sevdim... Burada okumak benim dünyadaki en büyük şanslarımdan biri oldu...






Şimdi gelelim wikipedia bilgilerine...

Taşkışlaİstanbul'un Beyoğlu ilçesinde Taşkışla Caddesi üzerinde yer alan, günümüzde İstanbul Teknik ÜniversitesiMimarlık Fakültesi olarak kullanılan yeni rönesans üslubunda Osmanlı kışlasıdır.


Geçmişi

Taşkışla Osmanlı döneminde 1846-1852 yılları arasında İngiliz mimar Williams James Smith ve yardımcısı Osmanlı kalfa İstefan tarafından yapılmıştır.[1] Yapı yeni rönesans üslubu kullanılarak Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (Askeri Tıbbiye) için hastane olarak tasarlanmıştır. 1853-1856 Kırım Savaşı'nda Fransız askerlerinin tedavisi için hastane olarak kullanıldı. Savaştan sonra Taşkışla uzunca bir süre kullanılmadığı için 1860 yılında onarılarak Dolmabahçe Sarayı'nı korumak amaçlı askeri kışla olarak kullanılmaya başlanmıştır. 31 Mart olayları sırasında Taşkışla'nın içinde kalan Avcı Taburu ile Hareket Ordusu birlikleri arasındaki çarpışmalara sahne olmuştur.

Cumhuriyet'in ilanından sonra Taşkışla Maarif Vekaleti'ne devredilmiştir. 1943-1950 yılları arasında ikinci büyük onarımdan geçtikten sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörlüğü ve Mimarlık-İnşaat Fakültesi olarak kullanılmaya başlanmıştır. 1983 yılında Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından korunması gerekli birinci sınıf tarihi yapı olarak listeye alınmıştır. 1980 yılında İTÜ'nün kent içinde bulunan yerleşkelerini Maslak'ta yer alan Ayazağa Yerleşkesine taşımasıyla Taşkışla'nın da boşaltılması gündeme gelmiştir. Dönemin hükûmeti tarafından otel olarak kullanılması amacıyla 49 yıllığına otel yapılmak üzere bir yapı (ESKA -Selim Edes) firmasına kiralanmıştır. Bunun üzerine 1988 yılında İdare Mahkemesi'nde kararın iptali için bazı öğretim üyeleri (Prof. Dr. Erol Kulaksızoğlu ve arkadaşları) tarafından dava açılmıştır. İdare Mahkemesi önce yürütmeyi durdurma kararı alıp, ardından 1989 yılında tüm idari işlemleri iptal ederek Taşkışla'nın İTÜ'de kalmasına karar vermiştir.[2] 1999 Gölcük Depremi ile hasar gören yapı üçüncü bir onarımdan geçmiştir. Günümüzde Taşkışla İTÜ Mimarlık Fakültesi olarak kullanılmaktadır.[3]

Yapısal özellikleri



Taşkışla dikdörtgen planlı, ortası avlulu, bir bodrum ve iki tam katlı bir yapıdır. Köşelerindeki bölümler hem cepheden dışarıya doğru taşırılarak, hem de üç katlı yapılıp çatıdan daha yukarıya yükseltilerek vurgulanmıştır.Cephelerde katlar birbirinden yatay silmelerle, bütün pencereler de birer çift gömme ayakla ayrılmıştır. İkinci kat pencereleri, üstlerindeki üçgen alınlıklarla daha belirgin hale getirilmiştir. Yapıya batı cephesinin ortasında yer alan, Eski Yunan taklidi 8 adet sütunların taşıdığı bir portikten girilir. Plan şeması her iki katta da aynıdır ve bütün yapıyı dolanan bir koridorla buna açılan büyük mekânlardan oluşur. Batı ve doğudaki uzun kollarda koridor ortadadır; kuzey ve güneydeki kollarda ise bir yanı iç avluya bakar


Kaynakça

  1. ^ http://www.mim.itu.edu.tr/tarihce.htm#taskisla
  2. ^ http://taskisla.org/?page_id=3
  3. ^ http://www.itu.edu.tr/?kampusler/taskisla-kampusu




Planlar



Fotoğraflar-Taşkışla ve Ben


Eskiden fotoğraf çekmek, özellikle onları tab ettirmek o denli pahalı bir olaydı ki koskoca yedi yıllık Taşkışla hayatımda topu topu sekiz fotoğrafım var. Bu fotoğraflar da büyük olasılıkla proje derslerinde arazi görme sırasındaki fotoğrafların arasına sıkışmış. 


Giriş kapısının önünde fotoğraf çektirmek o zamanın modasıymış...



 Bu da benim avlu seanslarımdan...




Dersliklerden birindeyim ve üşüdüğüm için kaloriferin üzerindeyim...


Bahar ve mezuniyet telaşı...


Kızlarla rektörlük önündeyiz. Mezuniyet zamanı...


Bu da lisans mezuniyeti günü...



Ve Taşkışla otel olacak diye canımızı dişimize takıp yaptığımız eylem... Sağ alt köşedeki benim. Bugün olsa cesaret edemem. O zaman da babamdan az azar işitmemiştim...


Yıl 2010... Mezun olalı tam 20 yıl olmuş...  Mezuniyette nedense giyemediğimiz kep ve cüppeleri giymek bu güne kısmetmiş...





***




Yıllık Notları...

26 Nisan 2021

Önceki Kız - J.P. Delaney




"Senin olan her şey bir zamanlar onundu"

Folgate Sokak Bir Numara...

 Objesif bir mimar tarafından tasarlanmış, oldukça minimal, ısıtması, havalanması, aydınlatması, duş suyunun sıcaklığı bile hava ve ortam koşullarına göre son teknolojiyle kontrol edilip ayarlanan, herkesin içinde yaşamak için yarıştığı bir ev. Öyle bir ev ki mimarın, yaklaşık 200 sayfalık bir anket sonucunda, talipler arasından karar vermesiyle kiralanabiliyor. Kiracının tüm koşulları kabul etmesi lazım; eve hiçbir eşya getirmemesi, evcil hayvan beslememesi, evi sürekli düzenli tutması, haftalık gezi gruplarına evi açması, v.b.... Aslında evi, mimar Edward Monkford karısı ve küçük oğlu ile oturmak için tasarlamış ancak talihsiz bir kaza sonucu ikisini de kaybedince acısını kalbine gömüp evin dekorasyonunu da tamamen değiştirip kiralamayı seçmiş. Tabii bu arada eski bir geleneğe uyup ölen ailesini binanın temeline gömmeyi de ihmal etmemiş. (Hitobashira???)

Bu evde, farklı zamanlarda yaşayan iki kız...  Jane, evin şu anki kiracısı , Emma ise bir önceki.  İkisi de tip olarak birbirine  ve hatta Edward'ın eski karısına çok benziyor.  Emma, talihsiz bir kaza sonucu trabzanı olmayan merdivenlerden düşüp ölünce bir sonraki kiracı Jane oluyor. Emma'nın ölümü, eski hayatı, bir cinayete mi kurban gittiği, katilin kimliği, hepsi birer soru işareti... Olaylar sırasıyla bir bölüm Emma, bir bölüm Jane tarafından anlatılıyor ve o kadar benzer şeyler yaşanıyor ki bazen epey kafanız karışıyor.  440 sayfalık kitap, son sayfasına kadar heyecan, merak ve gerilimi koruyor. 

"Önceki Kız", her şeyden öte bir mimar olarak benim çok ilgimi çekti. Londra'daki modern mimari örnekleri Shard ve Cheese Grater Binaları, Mimar Christopher Wren eseri St Paul's Katedrali ve St ve Stephens Kilisesi, müze olarak gezilebilen geleneksel sivil mimari örneği John Soone Evi ve tabii ki  Monkford'un tasarladığı evin mimari ve teknik özellikleri hikayenin içinde ustalıkla yerleştirilmiş. Ben kitabı baştan sona severek okudum, yakında da sinemaya uyarlanacağını öğrenmek harika oldu...









10 Mart 2021

Carol Gömülmeden - Josh Malerman



"Kafes" kitabı ile harikalar yarattığı söylenen (ben kitabı okumadığım için böyle söylüyorum-art niyet yok) Josh Malerman'ın en son kitabı Carol Gömülmeden'in o denli reklamı yapıldı ki ben de dayanamayıp aldım. Ve nihayet (!!!) bitirdim ve sizinle paylaşıyorum. 

Carol Gömülmeden Vahşi Batı'da geçiyor. (Bir müddet olayın geçtiği platforma alışma zorluğu çektim nedense... at arabaları, uzun etekli kadınlar, konuşan silahlar, aranan haydutlar, v.b. kaç yılındayız, neredeyiz, neler oluyor inanın anlayamadım.) Kitabın ana karakteri Carol'ın bir problemi var... Bazen komaya giriyor ve günlerce bu durumda kalıyor. Kalp atışı yavaşlayıp nefes alması seyreliyor. Çevresinde olan biteni duyuyor duymasına da bu süre zarfında da sürekli bir düşüş halinde oluyor. Carol'ın bu derdini eşi, ve ölen en yakın arkadaşı biliyor. Yeni bir koma durumu da eşinin Carol'ı gömüp mirasına konması için müthiş bir olanak sağlıyor. Ancak bu sırrı bilen biri daha var; şu an kanun kaçağı durumundaki eski sevgilisi James Moxie... Carol'ın yardımcısının kendisine haber vermesiyle de saklandığı yerden YOL'a çıkıyor. Çünkü Carol'ın ölmediğini ve bu işte bir tuhaflık olduğunu anlıyor ve Carol gömülmeden yetişme derdinde... Tüm dikkatimiz Carol'ın hayatta kalmasında...

Carol'ın kocasının Moxie'nin peşine taktığı, iki ayağı da dizden kesik azılı kiralık katille uzun ve ağır süren bir kaçma kovalamaca halinde roman adeta bitmek bilmiyor... Bu uzun soluklu kitap baştan sona sıkıcı... Bu kadar korkutucu bir katil olan Duman'ın bir anda dertop edilmesi, Moxie'nin zamanında neden suçlu duruma düştüğü, bir türlü bir yerlere yakıştıramadığım Kokuşma karakteri (valla nedir ne değildir anlamadım. sanrı mı, gerçek mi, melek mi, şeytan mı...), yazarın mı tuhaf bir yazış tarzı var, çeviri mi uygunsuz bir türlü anlayamamam... Sanki bir film senaryosunun üzerine kitap yazılmış gibi (bu arada filmi güzel olabilir belki) ... İlk kez kendimi ifade edecek kelimeler bulamıyorum. Tam bir hayal kırıklığı ve zaman kaybı diyerek bitiriyorum. Bu durumda "Kafes"e bir şans vermek lazım mı bilemedim.












Bağlar - Domenico Starnone


Çok tanınmamış yazarlardan çok tanınmamış kitapları okuyup tanıtmaya devam... Bağlar da Napoli'li yazar Domenico Starnone tarafından yazılmış harika bir kitap... Bir ailenin hayatının  50 yıllık özeti zeki bir kurguyla  anlatılmış. 

Üç mini kitaptan oluşan "Bağlar"ın ilk bölümünde 70'li yıllardayız. Ailevi bir krizin ortasında, Vanda, kocası Aldo'ya ümitsizlik ve öfke dolu mektuplar yazar. Bu tek taraflı mektuplar sayesinde Aldo'yu eşinin gözünden tanırız;  evi terk etmesi, sevgilisi Lidia ile yeni hayatı, çocukları boş vermesi, parasal olarak yardımcı olmaması... İkinci kitapta, Aldo'nun bakış açısından neler olup bittiğini öğreniriz. Aradan 35 yıl geçmiş ve bu süre zarfında  Aldo, Vanda'ya geri dönmüştür. 70'li yaşlara gelen çiftimiz, tatile çıkmak üzeredir.  Aldo, evden ayrılışının hikayesini anlatırken bir taraftan da halen evliliğini sorgulamaktadır. Eşine sadık kalmayıp eve dönmesinin bedelini pısırık bir koca olarak yaşamına devam ederek öder. Üçüncü kitabın anlatıcısı ise artık kırklı yaşlarına gelen, ailenin küçük kızı Anna... Ağabeyi Sandro ile aileleri tatildeyken evin kedisine bakmak için dönüşümlü olarak eve gelirler ve bu mutsuz evlilikten en çok etkilenen kişiler oldukları için anne ve babalarına karşı sinsi bir plan geliştirirler... Anna şöyle savunur kendisini : ” Bizimkilerden öğrendiğim bir şey varsa , o da çocuk yapmamak gerektiğidir. Eninde sonunda insan çocuklarına zarar veriyor. ”  Tatilden dönen Aldo ve Vanda, kedilerini kaybolmuş ve evlerini darmadağın bulurlar. Zaman, ailenin kötü geçen yılları için hesap verme zamanıdır. 

Yazar, bir kadının aldatılma ve ikinci plana atılma acısını, bir erkeğin kendini ispat etme, huzuru bulma, mesleğinde ilerleme dürtüleriyle eşini aldatırken ve evini hem terk ederken hem de yeniden dönerken yaşadığı ikilemleri, iki çocuğun babasız geçen günlerini ve ebeveynleri arasında arada kalışlarının yarattığı travmaları oldukça incelikli bir kurguyla anlatmış. Basit bir aile dramı gibi gelebilir ama o kadar içten ki ben okumaya doyamadım. 

Not: Evin kaybolan kedisinin adı Labes... Ve ona bu isim Aldo tarafından verilmiş. Yıllar sonra adının anlamının Latince "yıkım içinde yaşamak" olduğu ortaya çıkıyor. Tıpkı içinde bulundukları aile yuvası gibi... 








17 Şubat 2021

Soğuk Deri - Albert Sanchez Pinol



 Yıl 1916... İngiltere'nin sömürgesi İrlanda, IRA ve İrlanda Cumhuriyet Ordusu'nun birleşmesiyle İngiltere'ye karşı baş kaldırır. İngilizler aradaki savaşı sonlandırmak için Kuzey ve Güney İrlanda adıyla bir parlamento oluşturur. Kuzey İrlandalılar bu durumu kabullenip İngiltere'ye bağlı kalırken Güney İrlanda ödün vermeyip bağımsızlığını ilan eder. Sonuçta bir iç savaş çıkar ve ülke ikiye bölünür.  Romanın baş kahramanı da İrlanda'nın İngiliz sömürgesi olduğu yıllarda, İngilizler tarafından yönetilen bir yetimhanede yetişir. Sonrasında İrlanda- İngiltere arasındaki savaşta yerini alır. İrlanda savaşı kazanıp özgürlüğüne kavuşur kavuşmasına da ardından bu durumun keyfini çıkarmayıp birbirlerine kıymaya başlarlar. Bu durumdan ümitsizliğe düşen kahramanımız, haritada koordinatları bile okunamayan, Antarktika yakınlarındaki bir adaya meteoroloji uzmanı olarak gider. Amacı burada kitaplarıyla sessiz, sakin bir yıl geçirmektir. 

Adada sadece iki bina vardır; meteoroloji uzmanına ait ev ve deniz feneri... Adanın diğer sakini olan Avusturyalı fenerci Batis Caffo ise son derece duygusuz, kaba saba ve iletişime kapalı bir insandır. Ancak adanın asıl sakinleri gece olduğunda açığa çıkarlar... Kurbağa suratlı, mavi renkli, deniz hayvanı ile kara sürüngeni arası bu canavarlar kendilerine yabancı "öteki" sakinlere son derece düşmanca yaklaşır. Hayatta kalma mücadelesi ise birbirine son derece zıt karakterler olan meteoroloji uzmanı ile fenerciyi birlikte hareket etmeye zorlar. Ada, bir savaş alanına döner... 

Patlayan bombalar, geliştirilen stratejiler, kendin gibi olmayana düşmanlık besleme, hayatta kalabilmek için gerekirse vahşileşebilme... Kim kimin toprağını istila edip karşı tarafın yaşama hakkına tecavüz etmekte? Ve döngü kaç senedir devam etmekte? Ve bence, kim bilir kim gerçek Batis Caffo? Bu fantastik felsefi romanı okumaya doyamadım. İnanılmaz başarılı ve bir o kadar da rahatsız edici... Her zaman "iyi" kitaplara rastlanmıyor. Mutlaka okuyun...











15 Şubat 2021

Kasiyer - Sayaka Murata

 


Margaret Atwood'un "Evlenilecek Kadın" kitabından sonra yine bir kadın yazar Sayaka Murata ve yine konu yalnız bir kadının toplum içinde özgürleşme sancıları. İster 50 yıl önce olsun, ister günümüzde, ister Amerikan toplumunda ister Japon bu konu daha çok kitaba konu olur.

Bu arada Murakami okuya okuya Japon edebiyatına epeyce alıştım. İlk kitaplarda tuhaf gelen falanca Bey falanca Hanım tamlamaları - ki sanırım -san ekine tekamül ediyor- artık oldukça doğal geliyor. Bu arada Sakaya Murata'nın da 2001 yılında Gunzo, 2013 yılında Mishima Yukio ödüllerini aldığına da değinmek lazım. Japon edebiyatı fırtına gibi esiyor gerçekten... "Kasiyer" romanı Japonya'da 600 bin adetten fazla satınca önce İngilizceye ardından da dünya çapında pek çok dile çevrilmiş. 

Keiko Furukura, 18 yıldır yarı zamanlı olarak bir markette kasiyerlik yapmaktadır. Bizim tabirle ne uzar ne de kısalır ancak bu sıradan yaşamdan bir o kadar da memnundur. Ancak çevresi Keiko'nun hayatından nedense rahatsızdır. Ne zaman güzel bir iş bulacak, ne zaman daha çok kazanacak, ne zaman birini sevip evlenip çoluk çocuğa karışacak, ne zaman normal bir insan olacaktır...  Ancak çocukluğundan beri normal biri olmayan, iki arkadaşı kavga ederken ayırmak için birinin kafasına kürekle vuran, sinir krizi geçiren öğretmenini sakinleştirmek için eteğini aşağı çeken  Keiko'nun  kendini sakinleştirip uyum sağladığı tek yer çalışmaya başladığı süpermarket olmuştur. 

Orta yaşlı Şiraha'nın markette çalışmaya başlamasıyla Furuka Hanım'ın hayatı değişime uğrar. Önce çalışmayı pek sevmeyen Şiraha marketten kovulur ve Keiko ile aynı evi paylaşmaya başlar; ardından Keiko işten ayrılıp kendine toplumun öngördüğü hayatı yaşamak için bir adım atar. Ancak bir müddet sonra yataktan kalkmak için bile bir amacı kalmadığının farkına varır. Markette bir sürü çalışan, müdür ve marka eskitmiş, rüyasında bile kasiyerlik yapan, zamanla marketin bir parçası haline gelen Keiko için hayat nasıl devam etmelidir?

Bu kısacık romanda koca bir dünya var. 

Okuma listenize alın derim...






        


14 Şubat 2021

Evlenilecek Kadın - Margaret Atwood


“Belki kadınların üniversiteye gitmelerine izin verilmemeli; böylece sonradan, düşünen kafalar olarak hayatta neler kaçırdıklarını hissetmezler.”

"Damızlık Kızın Öyküsü" adlı distopik kitabıyla tanıdığımız 2000 Booker Ödülü sahibi Margaret Atwood'un 1969 tarihli ilk romanı olan "Evlenilecek Kadın", Doğan Kitap tarafından Türkçeye kazandırıldı.  Feminist hareketin güçlü etkisini yansıtan kitabı, yazıldığı dönemin şartlarında değerlendirmek gerekiyor. 

Marian, tüketici davranışlarını ölçen bir araştırma şirketinde çalışmaktadır. Ev arkadaşı Aisley ile yalnız yaşamaktadır ve bu durum, ev sahibinden mahalle bakkalına kadar çevre baskısına maruz kalmalarına sebep olmaktadır. (ki bu durum bize pek yabancı değil; yalnız yaşayan bir kadınsanız toplum işgüzarlarının üzerlerine vazife olmayan denetleyici davranışlarına maruz kalmanız çok normaldir...) Marian, gelecek vadeden ve iyi bir eş adayı olan hukukçu sevgilisi Peter'den evlilik teklifi alır ve hiç tereddütsüz kabul eder. Ancak tesadüf eseri tanıştığı, kendisine bile gelecek vaad edemeyen İngiliz Edebiyatı öğrencisi Duncan'a ilgi duymaya başlar. Duncan'ın yaşadığı dünya Marian'a öğretilenlerden çok farklıdır. Marian'ın ideal evlilik tanımı günden güne değişirken et yiyememeye, Peter'i, aşkı, geleceğini sorgulamaya başlar. Bir parçası olduğu tüketim toplumunda, kadının yeri ve ondan beklenenler nedir ve buna karşılık Marian'ın kararları nasıl değişecektir.

Atwood'un günümüz koşullarında dahi güncelliğini kaybetmeyen yarım asırlık romanı okunmayı kesinlikle hak ediyor. Hele bir kadınsanız ve toplumun sizden beklediği davranışlar hayatınızı belirliyorsa...









8 Şubat 2021

Dövüş Kulübü - Chuck Palahniuk



Dövüş Kulübü'nün ilk iki kuralı nedir?
Dövüş Kulübü'nün ilk kuralıDövüş Kulübü hakkında konuşmamaktır. Dövüş Kulübü'nün ikinci kuralıDövüş Kulübü hakkında konuşmamaktır.

Amerikalı yazar Chuck Palahniuk tarafından 1996 yılında yazılan ve yeraltı edebiyatının kült romanları arasına giren kitap, 1999 yılında filme çekilerek Brad Pitt ve Edward Norton'lu kadrosuyla adından çokça söz ettirdi.

Çalıştığı şirkette mutsuz olan ve iş gereği yaptığı yolculuklar ve stres nedeniyle insomnia (uykusuzluk) hastalığına yakalanan anlatıcı, doktorunun tavsiyesi ile kanserli hasta gruplarına gider ve orada kendisinden daha vahim durumda olan insanların arasında şifa bulmaya çalışır. Bu toplantılar esnasında kendisi gibi hasta olmayıp bu toplantılara katılan Marla ile tanışır. İkisi de farklı zamanlarda farklı toplantılara devam eder.  Gittiği bir plajda tanıştığı Tyler Durden ile beraber bir dövüş kulübü kurarlar. Tyler, anlatıcının olmak istediği kişinin tüm özelliklerine sahiptir. Karizma, düzene karşı isyan, sertlik... Anlatıcı, Tyler'ın evine taşınır. Dövüş Kulübü, zamanla tüm ülkeye yayılır. Anlatıcı, her yerde kulübün üyeleriyle karşılaşır ve itibar görür. Kulüpler, kapital dünyada kendini önemsiz hissedenler için bir buluşma noktasıdır. Dövüşerek, kan akıtarak kemikleri kırılarak dünyada var olduklarını hissederler. Dövüş Kulübü'nü Kıyamet Projesi izler. Tyler bir görünüp bir ortadan kaybolmaktadır. Anlatıcı onu bulmak için şehir şehir dolaşır. Projelerin çığrından çıktığını görünce polisle irtibata geçer. Kıyamet projesi kapsamında en uzun bina yerle bir edilecektir anlatıcı ağzına bir silah sokup polisleri burada bekler. Artık her şeye son verme zamanı gelmiştir.

Çağdaş edebiyatın en iyi örneklerinden sayılabilecek kitap, filmi sayesinde hak ettiği başarıyı elde etmiş. Denemekte fayda var...