15 Aralık 2013

Senden Önce Ben - Jojo Moyes


Kitabı bitirdim, ağladım, ağladım, göz yaşlarım sel oldu... Ertesi sabah kalktığımda gözlerim davul gibi şişmişti...
Şaka yapmıyorum... Oldukça dramatik ve romantik yazarlar listesinde başı çeken Jojo Moyes'in "Senden Önce Ben" kitabı, Pegasus Yayınları'ndan piyasaya çıkmış... Baştan sona romantizm kokan kitap, bitmesini hiç istemediğim ve hatta ummadığım bir sonla bitiyor. 
26 yaşındaki Lou, çalıştığı kafenin kapatılmasıyla işsiz kalır. Aynı kasabanın en popüler ailesinin oğlu Will, geçirdiği talihsiz bir kaza sonucu tekerlekli sandalyeye mahkum kalmıştır ve yaşama dair tüm isteğini yitirmiştir. Lou, Will'e tekrar yaşam sevinci vermek için işe alınır. Lou'nun hayatı, Will'i son isteğinden vaz geçirmektir. İkisi arasındaki yakınlaşma, "son" hakkında umutlanma imkanı verse de Will, kararından vaz geçmez... Will'in amacı ise Lou'ya hakettiği hayatı yaşaması için bir fırsat vermek olur...
Engelli insanların duygularını okuyucuya sonuna kadar hissettiren, duygu bombası bir kitap. Edebi değeri olmasa da sonuna kadar merakla okunan, oldukça akıcı bir kitap. Arada "romantizm"e açlık hissederseniz, mutlaka okuyun...



The Catcher in the Rye



Yaşamaya Dair - Bursa Cezaevi'nden Mektuplar


Bugün Genco Erkal'ı sahnede izleme şerefine eriştim...
İnanılmaz bir oyuncu Genco Erkal... 1938 doğumlu duayen, inanılmaz enerjisi ve yeteneğiyle beni büyüledi... Nazım Hikmet tutkunu Erkal, şairin Bursa Cezaevi'ndeki yaşamını , Rusya sürgününü ve eşi Piraye'ye olan tutkusunu, uyarlayıp yönettiği bu oyunla sahneye koymuş... Nazım Hikmet'in 50. ölüm yıldönümü anısına sahnelenen oyunda, usta oyuncu Genco Erkal'la beraber  Tülay Günal da güzel yorumu ile yer alıyor. Canlı olarak piyano ve viyolonselin eşlik ettiği oyunda, Nazım Hikmet'in en güzel şiirleri ve şarkıları seyirciye hoşça vakit geçirtirken Genco Erkal ve Tülay Günal ayakta alkışlanmayı sonuna kadar hak ediyor...
Mutlaka seyredin, herkese önerin... Sonunda göz yaşlarıma hakim olamadığım, beni derinden etkileyen oyunculuğa siz de şahit olun... Yaşamanın güzelliğinin siz de farkına varın...



1

yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.

yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.

1947

2

diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini 
biz yine de güleceğiz anlatılan bektaşi fıkrasına, 
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, 
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.

diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. 
yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.

yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...

1948

3

bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.

bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
böylesine sevilecek bu dünya
"yaşadım" diyebilmen için...

NAZIM HİKMET RAN

Makas Oyunları-1 / Dot Tiyatro

Dot Tiyatro ne yaparsa kaçırmamaya çalışan bir grubuz. Öncesinde Nişantaşı'nda güzel bir yemek, sonrasında seyrederken kendimizi kaybettiğimiz birbirinden güzel oyunlar...
Dot'un bu sezon sahnelemeye başladığı "Makas Oyunları-1" i de kaçırmak bize yakışmazdı...Güncel ve politik konuların ele alındığı 4 kısa oyundan oluşan proje, 2011 yılında Britanya’da başlayan “Theatre Uncut” isimli kısa oyun yazım ve okuma projesinde yer alan oyunların arasından yapılan seçkiden meydana gelmiş... Dot tiyatro, sezon boyunca bu proje kapsamında başka oyunlar sergilemeye de devam edecekmiş.

İlk oyun ŞİŞMAN ADAM'da kapitalizmin dünya üzerindeki işleme prensibi, oldukça açıklayıcı bir anlatımla gözler önüne seriliyor. ANDERS LUSTGARTEN'in yazdığı oyunda, oyuncu İbrahim Selim son derece başarılı... 100 liranın, kimsenin cebine girmeden ve kimsenin cebinden çıkmadan nasıl bir ticari döngü yarattığına birebir şahit oluyoruz...

Dennis Kelly imzalı BAZI ŞEYLER ÇOK SAÇMA'da, sistemin daima suçladığı suçsuzlar olduğunu görüyoruz. Enis Arıkan ve Pınar Töre, bu oyunu biraz ruhsuz ve sevmeden oynuyorlar sanki... Bu bölüm biraz iç sıkıcıydı ve uzun duraklamalar insanda "imdat" diye bağırma hissi yaratıyordu... Belki de oyundaki gerilimi bize verdi de bizim haberimiz yok. Deniz Türkali'ni çok sevdiğim için bu oyun yine de izlenebilir...

Mark Ravenhill'in yazdığı PANKART, oldukça genç ve toy oyuncular tarafından sahneleniyor. Gezi eylemlerini andıran bir olay zinciri içinde, 60 yıl önce ve sonranın devrimci gençleri karşılaşıyor ve uğruna mücadele ettikleri değerleri yeniden sorguluyor...

Gecenin en izlenilebilir ve harika performansı Tuğrul Tülek'ten geliyor. Tülek oyunculukta, artık iyice kendini aşmış. O kadar rahat ve kendine güvenerek oynuyor ki, bence MAKAS OYUNLAR-1'i de vasatlıktan çekip alıyor. David Greig'in yazdığı oyunda, şehirdeki akıl hastanesinde bütçe kısıntısı yapılır. Akıl hastası Jack bunu öğrenince soluğu psikiyatristinin evinde alır. Jack'in karşısında, seyircilerden oluşan bir psikiyatr ordusu vardır. İnteraktif olarak katılınan oyun, izlenmeye değer...

Eğer Dot Tiyatro'nun oyunlarını kaçırmam diyenlerdenseniz gidin... Sonuçta 7 kişiydik ve içimizden sadece 1 kişi geceden memnun ayrıldı... Makas Oyunları-2'yi pek tercih edeceğimi sanmıyorum...


30 Kasım 2013

Fay Kırığı 3- Rojin - Mehmet Eroğlu


Mehmet Eroğlu'nun Fay Kırığı üçlemesinin sabırsızlıkla beklenen son kitabı Rojin, ülkemizin Güney Doğu Anadolu gerçeğini, Türkiye Cumhuriyeti asteğmeni Mehmet ve PKK militanı Zeynep ( kod adı : Rojin) açısından, iki ayrı cepheden dile getiriyor. Mehmet askerlikte, türlü zorlukları, birlikte yaşamaya bazen tahammül bile edemediği dönem arkadaşlarıyla paylaşırken geçmişinde onu derinden yaralayan sevgilisi Aslı ile iç hesaplaşmalarını tamamlar. Rojin ise, kendini herşeyin üstünde gören edebiyatçı sevgilisi Nusret'e nispet olarak dağa çıkmıştır. Kendi gibi orada olan kadınların çoğu, Kürt sorunu için savaşmaya hep aile şartları ve büyük olasılıkla bir erkek sebebiyle çıkmıştır. Her iki taraf da ölümü iliklerinde hisseder. Mehmet, ülkesinin bölünmemesi için savaşırken Rojin ve arkadaşları, aslında temelinde Güney Doğu köylüsünün ayaklanmasını barındıran mücadelerini devrimleştirmeye çalışırlar. 
Kış şartları, kaybedilenler, her iki tarafı da derinden sarsar. Normal bir hayat, ölmek endişesi ve ölüm korkusu olmasan yaşamak nasıldır unuturlar... Dünyanın en sıradışı işi olan savaşmak nasıl gündelik hayatın bir parçası olabilir? Adam öldürmek, bu kadar basit midir? İnsan nasıl eski haline geri dönebilir?
"Rojin", son derece tarafsız olarak yazılmış bir Güney Doğu gerçeği... Birçok noktada ünlü yazarların, ünlü edebi eserlerin parçalarıyla çeşnilendirilmiş, biraz karanlık bir roman... Ağır tempoda, sıkılmadan, çok hareket beklemeden okumak lazım...
 "Tanrı, insanın ölümle uzlaşma arzusunun sonucudur. Ölümlü insanın ölümsüzlük düşü... Şöyle de diyebilriz: İnsan, Tanrı'yı yaratıp ona ölümsüzlük verdi. Tanrı da ona ölümden geri gelme umudunu..."  Tanrı olgusu felsefi olarak bu kadar mı güzel anlatılır...
Eğer savaşı unutabiliyorsa, insan her şeyi unutabilir...




12 Kasım 2013

Hemingway & Gellhorn


2012 yılında çevrilen "Hemingway&Gellhorn", Ernest Hemingway'in (Clive Oven) ve üçüncü eşi gazeteci Martha Gellhorn'un (Nicole Kidman) hikayesini anlatıyor.

Amerikalı Martha Ellis Gellhorn (1908 – 1998) yazar ve gazeteci kimliğiyle London Daily Telegraph adına çalışmaktadır. Çift, 1936 yılında, Florida'da bir barda tanışır. Ardından kendilerini İspanya iç savaşının içinde bulurlar. Aynı otelin aynı katında kalan çift, şiddetli bir bombardıman sonrası kendilerini şiddetli bir aşkın içinde bulurlar. 1939 yılına kadar İspanya'da kalan çift, 1940 yılında Hemingway'in ikinci eşinden boşanmasıyla birlikte evlenir. Gellhorn'un işi konusundaki titizliği aralarındaki çatışmaların başlangıçını oluşturur. Çift, 1945 yılında ayrılır; boşanmak isteyen taraf Gellhorn'dur ve bu, Hemingway'in hayatında bir ilktir. 

Edebiyat dünyasının iz bırakan aşklarından olan ilişki, Hemingway'in "Çanlar Kimin İçin Çalıyor" romanını yazması için ilham kaynağı olur...
"Zekilerin mutlu olması çok zordur" der bir sahnede Hemingway... Bir nevi kendi mutsuzluğuna bir neden bulur...
Yazamamaya başladığı anda hayatına son veren yazarın son kararından önce aradığı kişilerden biri olur Gellhorn... Çünkü ilişkilerine son veren zekaya hayrandır aslında yazar...
"Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği" ve "Henry&June" filmlerinin de yönetmeni olan Philip Kaufman, belgesel niteliğinde bir film çekmiş. Film senaristlerinin en sevdiği edebi kişilik olan Hemingway yine iyi bir odak noktası olmuş.İspanya iç savaşını anlatan pek çok sahne belgesel tekniğiyle çekilirken, karakterler bu belgesellere başarılı bir şekilde monte edilmiş. 
"Hemingway & Gellhorn" öncelikle biyografi ve edebiyat tutkunları için çok güzel bir film... Sinemalarda kaçırdıysanız mutlaka DVD'sini edinin derim...

11 Kasım 2013

Yahudi Dükkanı - Stella Suberman


Kitabın arka yüzünden aynen alıntıdır:
"Gerçek bir kelepir arıyorsan, hayatı kazanırken yaşamalısın...

İnsanın doğup büyüdüğü, alıştığı topraklardan göç etmesi ve toplum içinde azınlık olarak hayatını sürdürmesi belki de başa gelebilecek en büyük zorluklardan biridir, çünkü türlü engellerle birlikte kabul görme mücadelesini de beraberinde getirir; tıpkı daha iyi bir yaşam rüyasını gerçeğe dönüştürmek için yolan çıkan Bransonların göze alabildikleri gibi."


"Yahudi Dükkanı" kitabı, çok satanlar listesinde olması ve adı dolayısıyla ilgimi çekmişti... Gerçek bir hayat hikayesini oldukça sıradan bir şekilde, bolca Yahudi gelenekleri ile süsleyerek önümüze koyan roman sıkıcı olmaktan öteye gidemiyor. Aile, ticari amaçlarla Amerika'da bir yerden bir yere göçer ve ucuzluk dükkanı açar. Kendilerini yeni çevrelerine kabul ettirmeye çalışırken geleneklerine sonuna kadar sahip çıkarlar. Hiçbir ilginç yönü olmayan, bir Yahudi "Küçük Ev" romanı... Biran önce bitirip kurtulmak istiyorsunuz. 



 Jew Store




29 Ekim 2013

Edirne

1. Murat'ın 1361'de Edirne'yi ele geçirişinden 1453'teki İstanbul'un fethine kadar, yaklaşık bir yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti olan Edirne'ye bu üçüncü gidişimiz. Diğer seferlerin aksine bu kez bir gece de konakladık. Kaldığımız Efe Otel, temiz, şirin ve Avrupai olmakla beraber gezeceğimiz yerlere de yürüme mesafesinde...
Otele yerleştiğimiz gibi soluğu Edirne'nin meşhur ciğerini yemek için Kemal Usta'nın dükkanında alıyoruz. Bu ciğeri her öğün yiyebilirim. Ciğerle birlikte masaya gelen kurutulduktan sonra kızartılmış acı biberler ise inanılmaz lezzetli... 


Edirne'nin her köşesi kafe ve çay kahve içmek için hemen hemen hepsinde oturduk. İkinci durağımız, Osmanlı camilerinin en büyüğü olan ve Mimar Sinan'ın "ustalık eserim" dediği, II.Selim adına yaptırılan Selimiye Cami. Hafif eğimli bir tepede, eski sarayın bulunduğu noktada konumlanan cami, hemen hemen şehrin her noktasından görülebiliyor. Caminin ince ve uzun dört minaresinin yüksekliği 84 metreye erişirken her birinin üçer şerefesi var. Caminin iki kuzey minaresinde, birbirinin içine geçen ve her biri farklı şerefeye çıkan, birbirini görmeyen üç merdiven bulunmakta. Mimar Sinan, her eserinde bir deha yaratmayı başarmış. Ziyaretimiz sırasında mevlut okunmasına rast gelmemiz ise çok uhrevi oldu... Şanslı günümüzdeydik...



Selimiye Cami'nin arkasında yer alan ve şu an otel olarak kullanılan Taş Odalar, eski saraya ait konaklarmış ve bu odalarda Fatih Sultan Mehmet doğmuş.

Edirne'nin ilk anıtsal yapısı olan ve duaların kabul olunacağına inanılan Eski Cami'yi Selimiye Cami'nden daha çok etkileyici buluyorum. Mihrabın yan tarafında bulunan kabe taşı ise önünde oluşan dua kuyruğuyla çok dikkat çekici. Duvarlarındaki dev hatlar ise çok zarif. Girişinin her iki yanında "Cenab-ı Allah"ı ve "Hz.Muhammed"i ululayan dev levhalar göze çarpıyor. 


Eski camiden sonra soluğu Üç Şerefeli Cami'de aldık. Selimiye Cami yapılana kadar Edirne'nin en ihtişamlı yapısı olan caminin biri üç, biri iki, ikisi birer şerefeli dört adet minaresi olup bunlar ayrı ayrı burmalı, baklavalı ve çubuklu desenlidir. Şadırvanlı avlu, Osmanlı mimarisinde bir ilktir. Giriş kapısındaki taş süslemeler ise oldukça ihtişamlı görünmekte...


Akşamüstü, yolumuz Karaağaç'a düşüyor. Burada, şu an Trakya Üniversitesi Rektörlük binası olarak kullanılan eski gar binasını ve Lozan Anıtını ziyaret ediyoruz. Karaağaç, cafeleri ve şirin evleriyle tam bir sayfiye yeri ve üniversite kasabası görünümünde. Ben buraya bayıldım. Özellikle gar binası ve rektörlüğün bahçesine hayran oldum. 


Lozan Barışını temsil eden bu anıtın en uzun sütunu Anadolu'yu, orta uzunlukta sütun Edirne'yi, kısa olan ise Karaağaç'ı temsil ediyor. Sütunları birleştiren çember birliği, kız zerafeti, bir elindeki kuş barışı, diğer elindeki belge Lozan Barış Antlaşmasını, alttaki su ise denizlerimizi temsil ediyor. 


Karaağaç'tan güneş batmadan ayrılıyoruz ve Meriç Köprüsü'ne fotoğraf çekmeye koşuyoruz. Önceden ahşap olan bu köprüyü 1842-1847 yılları arasında, Abdülmecit taştan yaptırmış. Oniki kemer üzerine kurulan köprü hakikaten çok zarif...

Akşam yemeğimizi Tunca'nın kenarında Hanedan Restaurant'ta yedik. Edirne'de nehir kıyısında tek içkili lokanta burası. Diğer lokantalar, ormanlık arazi içinde kaldıkları gerekçesiyle bakanlık tarafından içki ruhsatları iptal edilmiş. Halbuki Edirne'ye yakışan nehir boyunca minik meyhaneler olmalı...
Bu arada ilginç bir turist akımı var Edirne'ye, her yere gitmeye meraklı Çinli ve Japonlar haricinde, dini ve Osmanlı tarihi merkezi olması dolayısıyla din içerikli turlar ve otobüslerce Yunanlılar...
Efe Otel'de, müthiş rahat yataklarda güzel bir uykunun ardından sabah erkenden kalkıp arabamıza atlıyoruz. İlk gittiğimiz yer Beyazıt Külliyesi... Burası Sultan II.Bayezid tarafından Mimar Hayrettin'e yaptırılmış. Cami, imaret, darüşşifa, medrese, hamam, mutfak, erzak depolarından oluşmaktadır. Darüşşifa'da haftada üç gün konser verilerek müziğin tıbba sağladığı yarardan faydalanılmıştır. Sağlık Müzesi, 2004 yılı Avrupa müze ödülü kazanmıştır.   

  

"1652'de Edirne'yi ziyaret eden Evliya Çelebi, Seyahatnamesi'nde "orada bir dârüşşifa vardır ki, dil ile tarif edilmez ve kalemler ile yazılmaz" diye belirttiği 2. Bayezid külliyesinin dârüşşifası, Osmanlı'nın en önemli hastanelerinden biriydi. Dârüşşifa'da hasta tedavisindeki en ünlü tedavi yöntemi, su ve müzikti."

Edirne'de son durağımız Sarayiçi... Burada Eski Saray'ın kalıntıları ve tarihi Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı alan var. Topkapı Sarayı'ndan sonra en büyük ikinci Osmanlı Saray'ı olan Eski Saray'ın yapımına II.Murat döneminde başlanmış ve Fatih Sultan Mehmet zamanında Mimar Şehabettin'e tamamlatılmıştır. Saray, 19. yüzyıla kadar Osmanlı Padişahları tarafında kullanılmış, 93 Harbi sırasında Edirne'nin Ruslar tarafından işgal edileceği haberi üzerine cephaneliğin ateşlenmesi ile ortadan kalkmıştır. Bugün çok az kısmı harabe olarak görülebilmekte... 


 Kırkpınar güreşlerinin başlangıç yılı 1361 olarak kabul ediliyormuş. Hikayesine gelince:
Süleyman Paşa ile birlikte Rumeli'ye ayak basan 40 tane yiğit, her mola verdiklerinde güreşirlermiş. İçlerinden iki tanesi bir türlü yenişemezmiş ve güreşirken ölmüşler. Arkadaşları onları bir incir ağacının altına gömüp yollarına devam etmiş. Edirne alındıktan sonra aynı yoldan dönerken iki yiğidin gömüldüğü yerde bir pınar kaynadığını görmüşler. Burası "Kırkların Pınarı" olarak bir destana dönüşmüş. Ve Kırkpınar güreşleri adı altında günümüze kadar ulaşmışlar.
Gezimiz öğlen olmadan sona erdi ve biz de İstanbul'umuzun yolunu tuttuk...
Edirne'den ne mi alınır: Meyva şekilli sabun, Edirne bebeği, aynalı süpürge, Edirne peyniri, badem ezmesi, kavala kurabiyesi...
Ayrıca yukarıdaki kimi bilgilerde başvurduğum, Efe Otel'in bilgi föyü için kendilerine çok teşekkürler.
Edirne çok modern, aynı zamanda uhrevi ve tekrar tekrar gelmekten keyif alacağım bir şehir. Bir gün mutlaka uğrayın derim. Günübirlik bile hemen hemen tüm Edirne'yi gezmeniz mümkün...