1. Murat'ın 1361'de Edirne'yi ele geçirişinden 1453'teki İstanbul'un fethine kadar, yaklaşık bir yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti olan Edirne'ye bu üçüncü gidişimiz. Diğer seferlerin aksine bu kez bir gece de konakladık. Kaldığımız Efe Otel, temiz, şirin ve Avrupai olmakla beraber gezeceğimiz yerlere de yürüme mesafesinde...
Otele yerleştiğimiz gibi soluğu Edirne'nin meşhur ciğerini yemek için Kemal Usta'nın dükkanında alıyoruz. Bu ciğeri her öğün yiyebilirim. Ciğerle birlikte masaya gelen kurutulduktan sonra kızartılmış acı biberler ise inanılmaz lezzetli...
Edirne'nin her köşesi kafe ve çay kahve içmek için hemen hemen hepsinde oturduk. İkinci durağımız, Osmanlı camilerinin en büyüğü olan ve Mimar Sinan'ın "ustalık eserim" dediği, II.Selim adına yaptırılan Selimiye Cami. Hafif eğimli bir tepede, eski sarayın bulunduğu noktada konumlanan cami, hemen hemen şehrin her noktasından görülebiliyor. Caminin ince ve uzun dört minaresinin yüksekliği 84 metreye erişirken her birinin üçer şerefesi var. Caminin iki kuzey minaresinde, birbirinin içine geçen ve her biri farklı şerefeye çıkan, birbirini görmeyen üç merdiven bulunmakta. Mimar Sinan, her eserinde bir deha yaratmayı başarmış. Ziyaretimiz sırasında mevlut okunmasına rast gelmemiz ise çok uhrevi oldu... Şanslı günümüzdeydik...
Selimiye Cami'nin arkasında yer alan ve şu an otel olarak kullanılan Taş Odalar, eski saraya ait konaklarmış ve bu odalarda Fatih Sultan Mehmet doğmuş.
Edirne'nin ilk anıtsal yapısı olan ve duaların kabul olunacağına inanılan Eski Cami'yi Selimiye Cami'nden daha çok etkileyici buluyorum. Mihrabın yan tarafında bulunan kabe taşı ise önünde oluşan dua kuyruğuyla çok dikkat çekici. Duvarlarındaki dev hatlar ise çok zarif. Girişinin her iki yanında "Cenab-ı Allah"ı ve "Hz.Muhammed"i ululayan dev levhalar göze çarpıyor.
Eski camiden sonra soluğu Üç Şerefeli Cami'de aldık. Selimiye Cami yapılana kadar Edirne'nin en ihtişamlı yapısı olan caminin biri üç, biri iki, ikisi birer şerefeli dört adet minaresi olup bunlar ayrı ayrı burmalı, baklavalı ve çubuklu desenlidir. Şadırvanlı avlu, Osmanlı mimarisinde bir ilktir. Giriş kapısındaki taş süslemeler ise oldukça ihtişamlı görünmekte...
Akşamüstü, yolumuz Karaağaç'a düşüyor. Burada, şu an Trakya Üniversitesi Rektörlük binası olarak kullanılan eski gar binasını ve Lozan Anıtını ziyaret ediyoruz. Karaağaç, cafeleri ve şirin evleriyle tam bir sayfiye yeri ve üniversite kasabası görünümünde. Ben buraya bayıldım. Özellikle gar binası ve rektörlüğün bahçesine hayran oldum.
Lozan Barışını temsil eden bu anıtın en uzun sütunu Anadolu'yu, orta uzunlukta sütun Edirne'yi, kısa olan ise Karaağaç'ı temsil ediyor. Sütunları birleştiren çember birliği, kız zerafeti, bir elindeki kuş barışı, diğer elindeki belge Lozan Barış Antlaşmasını, alttaki su ise denizlerimizi temsil ediyor.
Karaağaç'tan güneş batmadan ayrılıyoruz ve Meriç Köprüsü'ne fotoğraf çekmeye koşuyoruz. Önceden ahşap olan bu köprüyü 1842-1847 yılları arasında, Abdülmecit taştan yaptırmış. Oniki kemer üzerine kurulan köprü hakikaten çok zarif...
Akşam yemeğimizi Tunca'nın kenarında Hanedan Restaurant'ta yedik. Edirne'de nehir kıyısında tek içkili lokanta burası. Diğer lokantalar, ormanlık arazi içinde kaldıkları gerekçesiyle bakanlık tarafından içki ruhsatları iptal edilmiş. Halbuki Edirne'ye yakışan nehir boyunca minik meyhaneler olmalı...
Bu arada ilginç bir turist akımı var Edirne'ye, her yere gitmeye meraklı Çinli ve Japonlar haricinde, dini ve Osmanlı tarihi merkezi olması dolayısıyla din içerikli turlar ve otobüslerce Yunanlılar...
Efe Otel'de, müthiş rahat yataklarda güzel bir uykunun ardından sabah erkenden kalkıp arabamıza atlıyoruz. İlk gittiğimiz yer Beyazıt Külliyesi... Burası Sultan II.Bayezid tarafından Mimar Hayrettin'e yaptırılmış. Cami, imaret, darüşşifa, medrese, hamam, mutfak, erzak depolarından oluşmaktadır. Darüşşifa'da haftada üç gün konser verilerek müziğin tıbba sağladığı yarardan faydalanılmıştır. Sağlık Müzesi, 2004 yılı Avrupa müze ödülü kazanmıştır.
"1652'de Edirne'yi ziyaret eden Evliya Çelebi, Seyahatnamesi'nde "orada bir dârüşşifa vardır ki, dil ile tarif edilmez ve kalemler ile yazılmaz" diye belirttiği 2. Bayezid külliyesinin dârüşşifası, Osmanlı'nın en önemli hastanelerinden biriydi. Dârüşşifa'da hasta tedavisindeki en ünlü tedavi yöntemi, su ve müzikti."
Edirne'de son durağımız Sarayiçi... Burada Eski Saray'ın kalıntıları ve tarihi Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı alan var. Topkapı Sarayı'ndan sonra en büyük ikinci Osmanlı Saray'ı olan Eski Saray'ın yapımına II.Murat döneminde başlanmış ve Fatih Sultan Mehmet zamanında Mimar Şehabettin'e tamamlatılmıştır. Saray, 19. yüzyıla kadar Osmanlı Padişahları tarafında kullanılmış, 93 Harbi sırasında Edirne'nin Ruslar tarafından işgal edileceği haberi üzerine cephaneliğin ateşlenmesi ile ortadan kalkmıştır. Bugün çok az kısmı harabe olarak görülebilmekte...
Kırkpınar güreşlerinin başlangıç yılı 1361 olarak kabul ediliyormuş. Hikayesine gelince:
Süleyman Paşa ile birlikte Rumeli'ye ayak basan 40 tane yiğit, her mola verdiklerinde güreşirlermiş. İçlerinden iki tanesi bir türlü yenişemezmiş ve güreşirken ölmüşler. Arkadaşları onları bir incir ağacının altına gömüp yollarına devam etmiş. Edirne alındıktan sonra aynı yoldan dönerken iki yiğidin gömüldüğü yerde bir pınar kaynadığını görmüşler. Burası "Kırkların Pınarı" olarak bir destana dönüşmüş. Ve Kırkpınar güreşleri adı altında günümüze kadar ulaşmışlar.
Gezimiz öğlen olmadan sona erdi ve biz de İstanbul'umuzun yolunu tuttuk...
Edirne'den ne mi alınır: Meyva şekilli sabun, Edirne bebeği, aynalı süpürge, Edirne peyniri, badem ezmesi, kavala kurabiyesi...
Ayrıca yukarıdaki kimi bilgilerde başvurduğum, Efe Otel'in bilgi föyü için kendilerine çok teşekkürler.
Edirne çok modern, aynı zamanda uhrevi ve tekrar tekrar gelmekten keyif alacağım bir şehir. Bir gün mutlaka uğrayın derim. Günübirlik bile hemen hemen tüm Edirne'yi gezmeniz mümkün...