25 Nisan 2018

Karadeniz ve Ötesi... 2018 Gezi Günlükleri

Karadeniz, senelerdir görmeyi arzuladığımız bir bölge... Şu mevsimde gidilir bu mevsimde gidilmez, yağmurlar başladı, seller götürür derken yıllardır bir türlü fırsatını bulamamıştık. Ben maalesef Ankara'dan öteye sadece Çankırı'ya gitmiştim -ki o da yıllar yıllar evvel ben lisede iken hentbol grup maçları için- ve görmek istediğim şehirler listesi günden güne kabarmaktaydı... Bu sene Karadeniz Teknik Ünivesitesi İç Mimarlık Fakültesi'nde Dekan Yrd. olan bir üniversite arkadaşımın daveti bu gezimize vesile oldu. İki sene evvel yaptığımız Yunan Adaları gezimizi mimari içeriklerle zenginleştirip yeniden derledik ve Mimarlık Fak. öğrencilerine uygun bir sunum hazırladık. 28 Mart olarak sunumun tarihi de belirlenince bize butik bir Karadeniz seyahati için program yapmak düştü...
Ali'nin ablası ve eniştesinin de bizimle beraber geldiği seyahatimize startı 25 Mart Pazar günü sabahı verdik...

veee ilk durak Amasya


Tarihi M.Ö. 5500 yılına uzanan Amasya'nın içinden Yeşilırmak geçiyor ve şehri ikiye ayırıyor: Bir tarafta Amasya Kalesi, tarihi konaklar, kaya mezarları, diğer tarafta yeni şehir... Şehre ilk girdiğimiz anda, Yeşilırmak'ın kenarından arabayla geçip tablo gibi evlere hayran kalıp kaleye çıktık. Ancak arabadan inmek ne mümkün; deli gibi başlayan sağanak yağmur bir türlü dinmek bilmedi ve biz de önce otele yerleşmeyi uygun gördük.
 Kaldığımız otel ise eski bir han:Taş Han Otel... İki katkı yapının ana girişindeki kitabe oldukça ilgi çekici... Taş Han, dönemin mutasarrıfı Rahtuvan Hacı Mehmet Paşa tarafından, Mimar Mehmet Kalfa'ya 17. yy.da yaptırılmış. Kapının her iki yanına dükkanlar sıralanmakta . Devasa kapıdan girildiğinde sizi geniş bir iç avlu karşılıyor ve avlunun  üzeri açılır kapanır cam bir çatı ile kaplı. Odalarımız ise hanın ikinci katında yer alıyor. 2012 yılında restorasyonu tamamlanmış ve otel olarak kullanıma sunulmuş. Odalara numara yerine tarihi isimler verilmiş. Bizimkinin adı Mitridat idi -ki M.Ö.112-63 yılları arasında yaşamış Pontus kralının ismi imiş... Odanın giriş kapısı o denli alçak ki adeta kafanızı eğmeden içeri giremiyorsunuz. Eski han odası olarak oldukça küçük bir oda idi ancak tarihi özellikleri dolayısıyla TaşHan'da kalmak bence büyük bir ayrıcalıktı. Yalnız odadan çıktığımız anda otel çalışanlarının gelip kaloriferimizi kapatmasına bir mana veremedik. Her girdiğimizde oda buz gibiydi ve sabaha kadar bir türlü ısınmak bilmedi...



Otele yerleşip kendimizi sokaklara attık. Yeşilırmak kıyısındaki tarihi evler ve konaklar o denli ilgi çekici idi ki poz poz fotoğraflamaktan kendimizi alamadık. Bu evler "Yalıboyu Evleri" olarak biliniyor. Alçak Köprü'den karşıya geçip dar sokakları gezdik ve ertesi gün tırmanacağımız Kaya Mezarlarının merdivenleri için keşif yaptık. Ünlü coğrafyacı Strobon'a göre bu mezarlar Pontus Kralı Mitridat (Mithridates) tarafından yaptırılmış anıt mezarlarmış ve büyüklü küçüklü toplam 23 ad. mezar varmış. 


Strobon'a gelince  (MÖ 64 - MS 24)  Roma İmparatorluk döneminde yaşamış Yunanlı tarihçi, coğrafyacı, gezgin ve filozof. Amasya'da dünyaya gelmiş ve yine Amasya'da ölmüş. Dünyanın ilk coğrafyacısı olarak tanınan Strobon, Antik Dünya hakkındaki coğrafya kitabı ile tanınmış... Nehrin kıyısında kendisinin bir heykeli var.
Nehir boyunca daha neler yok ki adeta şehrin tarihi...
Ferhat ile Şirin heykeli, aşıkların fotoğraf çektirmesi için ideal bir nokta... Gerçi iki aşık buluşamamış ama... Herkes iyi kötü hikayeyi bilir...
"Efsaneye göre Ferhat, Persler döneminde yaşayan bir nakkaştır. Sultanın kız kardeşi Şirin'e sevdalanır ve aşkı karşılıksız kalmaz. Ancak sultan bu aşka rıza göstermez ve Ferhat'a ancak dağı bir kanalla delip şehre su getirebilirse bu evliliğe izin vereceğini söyler. Aşkı uğruna çalışmaya başlayan Ferhat kanalı tamamlamak üzereyken sultan bu defa haber göndererek Şirin'in öldüğünü bildirir. Üzüntüyle havaya fırlattığı kazmanın başına düşmesiyle Ferhat ölür. Kötü haberi alan Şirin de kendisini kayalardan atarak intihar eder." 
Türkiye Hakkında Çok Şey /Bülent Demirdurak /Gita/s.547

Bir de tabii Şehzadeler Şehri olarak anılan Amasya'ya özgü orada bir dönem yaşamış ve görev yapmış Osmanlı Şehzadelerine ait heykeller var. 
veee tabii bir de meşhur selfi yapan Şehzade heykeli ile selfi yapmamak ayıp olurdu:)))



Geceyi Çakallar Seyir Tepesindeki Ali Kaya Restaurantta sonlandırıyoruz. Hava yeni yeni kararmaya başlarken ışıklandırılan Yalıboyu evleri, Yeşilırmak, Harşena Kalesi ve Kral Mezarlarını seyretmeye doyum olmuyor. Günün yorgunluğuyla keyifli bir yemek yedik ancak burada Amasya'nın geleneksel lezzetleri yokmuş bunun için Amesia Mutfağı'nda yemek lazımmış. Artık bir dahaki sefere diyoruz. Bu manzara da orada yok... 



Ertesi sabah yola çıkmadan evvel Kral Mezarları'nı gezmeyi kafama koyup yattım. Bir rivayete göre 150, başka bir rivayete göre 280 basamakla çıkılan kaya mezarlarına benimle gelmeye kimse yanaşmadı ancak sabah kalktığımda Ali beni yalnız bırakmamaya karar vermişti... Kahvaltıdan sonra yine alçak 
köprüden geçtik ve tam merdivenlere yönelirken Amasya'nın yardımsever esnafı bizi uyardı: "bugün pazartesi tüm müzeler kapalı çıkmayın" diye... Ben büyük hayal kırıklığı içindeyken basamaklardan kurtulan Ali'nin yüzünde güller açıyordu... Olacak iş mi bu... Burada son günümüz, dün de zaten geç geldik ve bugün her yer kapalı... Yani ne Hazeranlar Konağı'nı görebildik, ne Minyatür Amasya Müzesini ne de muhteşem binasıyla Sabuncuoğlu Tıp ve Cerrahi Müzesini...



Kendine ait dokusuyla, çok bozulmadan kendini korumuş, iki devasa dağın arasından geçen Yeşilırmağın kıyısına yerleşen Amasya'ya bayıldık diyebilirim. Yalıboyu evleri, tarihi köprüleri, camileri ile görülmeye değer bir şehir burası... Kesinlikle gidin. İnanın içinden nehir geçen herhangi bir Avrupa şehrinden farkı çok az...

Birkaç eleştirilecek nokta da yok değil... Bir kere hangi şehre gidersek gidelim o şehrin meşhur ürünü kesik ve korkunç bir elin içinde sergileniyor mutlaka... Burada da Amasya'nın lezzetli elması hemen devasa çirkin bir elin içine oturtulmuş ve şehrin girişine iliştirilmiş...



Ve bir de kaldığımız otele soruyoruz Amasya'nın gezilecek yerler haritası var mı? YOK...
Nasıl olmaz işte o an kapalı olan Sabuncuoğlu Tıp Müzesi'nin girişinde belediyenin hazırladığı oldukça güzel bir turistik harita var... Var da bu harita neden her yerde bulunmuyor... Bu kadar zor olmasa gerek basıp turistlere dağıtmak... 



Yolumuzun Üzerindeki Samsun...


Amasya'dan 10 gibi ayrıldık. İstikamet Samsun... Şehre girdiğimiz noktadan itibaren deniz kıyısının parklar ve anıtlarla adeta insanlara hizmet edecek şekilde düzenlendiğini görüyoruz. Kilometrelerce uzanan yürüyüş yolları ve yeşil alanlar bizi hemen cezbetti. Samsun'da çok fazla kalmayacağımız için gideceğimiz noktaları baştan belirledik. İlk görmek istediğimiz yer Bandırma Vapuru Müzesi oldu.


Müze-gemi, Atatürk'ün Bandırma'dan Samsun'a geldiği vapurun birebir aynısı. Orijinal gemi ise 1925 yılında parçalanmış. Geminin içinde Atatürk ve silah arkadaşlarının balmumu heykelleri bulunuyor. Tek tuhaf taraf geminin karada bulunması... Bahçede gemi maketlerinin satıldığı bir satış ofisi ile Atatürk'ün Samsun'a çıkışından sonraki tarihi gelişmeleri anlatan rölyefler bulunuyor. 


Bandırma Vapuru'nun ardından Atatürk Anıtı'nı fotoğrafladık. Bu anıtı Samsun halkı para toplayarak Atatürk için yaptırtmış. 8,85 m. boyundaki bronz heykel, o zaman ünlü Türk sanatçısı bulunmadığından Avusturyalı heykeltraş Heinrich Krippel'e yaptırtılmış ve yapım tarihi 1931 yılı imiş.


Öğle vakti oldu ve Amisos tepesinde bir şeyler atıştırmaya karar verdik. Şehre tepeden bakan bu noktaya sahildeki Amazon müzesinin oradan teleferikle de gelinebiliyor. Fasulye kavurma, mıhlama ve kara lahana çorbası ile yemeğimizi tamamladık ve Orduya doğru yola koyulduk.


Ordu'nun dereleri...

Burada bu türküyü anmadan duramayacağım. O kadar iyi hatırlıyorum ki ilkokul ikinci sınıfta Zuhal diye bir arkadaşımız vardı ve sürekli bu türküyü söylerdi. Öyle yer etmiş ki... Şu an izini bulmam bile mümkün değil ama yine de kulakları çınlasın.

Ordu'da Hilton Hampton'da kalıyoruz. Dün geceki Taşhan Otel'den sonra son derece modern, konforlu ve sıcak bir otel ve ayrıca sahile de çok yakın. Ordu'ya geldiğimizde saat akşamüstü 16:00 gibiydi ve biraz yol yorgunluğumuzu atıp sahil kenarında otele çok yakın bir cafede yemeğimizi yedik. Ordu'nun sahil yoluna bayıldık tabii ki... Kilometrelerce uzanıyor ve cafeler, yürüme ve bisiklet yollarıyla kumsal yanyana...

Yemek sonrası Boztepe'de kahvemizi içmek üzere teleferiğe bindik. Ben yüksekten feci korkarım bilmem bilir misiniz... Bazen uçurumlar, yüksek binalar kabus gibi rüyalarıma bile girer... 


Ordu-Boztepe arasındaki teleferik gidiş-dönüş 10 TL. Teleferiğin uzunluğu 2372 m. ve 500 metre kot farkı var iki nokta arasında. Yaklaşık 7-8 dakika süren seyahat biraz ürkütücü doğrusu. Biz bindiğimizde hava kararmıştı ve şehrin ışıkları çok hoş gözüküyordu ancak başta kalbim sıkışmadı bu seyahat ne zaman son bulur demediysem yalan olur... Bir müddet sonra ise keyfini çıkarmaya başladım. Boztepe'de yarım saat kahve içip sonra da 20:30'daki son teleferikle Ordu'ya indik. Güzel bir uyku ve dinlenmenin ardından Trabzon'a doğru yola çıktık... Yolda Giresun'da Fiskobirlik'te durup fındık ürünleri aldık ve bir de gezinin en önemli pozunu çektirdik.



Trabzon...

Bu gezimize vesile olan şehir... 
Öğlene doğru şehre gelip otele dahi yerleşmeden Sümela Manastırı'nın yolunu tuttuk. Sümela'ya Maçka'dan gidiliyor ve Trabzon'a 45 km. uzaklıkta. Manastır restorasyonda olduğu için içi gezilemiyor ancak o kadar çok görmek istediğimiz bir nokta ki uzaktan resimlemeye bile razıyız.



Yol boyunca gürül gürül akan dere ve yemyeşil dağlar bizi iyice keyiflendiriyor. Manastır'ın bulunduğu Altındere Vadisi Milli Park alanına araba başı para verilerek giriliyor. 13. yy. da inşa edilen manastır, sarp kayalar üzerine kurulmuş ve deniz seviyesinden 1300 m. yüksekte. Manastırın kuruluş hikayesine gelince; Atinalı iki keşiş rüyalarında Meryem Ana'yı görmüş ve Meryem Ana onlardan bir manastır inşa etmelerini hatta yerini dahi söylemiş. Keşişler, Aziz Luka'nın yaptığı ikona ile Trabzon'a gelip sarp yamaçtaki mağarayı bulup genişleterek ilk ibadet yerini kurmuş. Daha sonra 17 m. yüksekliğinde, 40 m. uzunluğunda, 14 m. genişliğinde 72 odalı bir manastıra dönüşmüş. 1923'ten sonra manastır tamamen boşaltılmış. Artık içini bir dahaki sefere gezeriz deyip öğle yemeği için tavsiye üzerine Trabzon merkezdeki Tarihi Kalkanoğlu Pilavcısı'na gidiyoruz. Burası 1856'da kurulmuş;biz de kavurmalı pilavın, hoşafın ve kuru fasulyenin tadına doyamadık. Laf aramızda şu 9 günlük geziden aklımda kalan tek yemek bu oldu... Herkese tavsiye olunur...



Tıka basa doyduktan sonra Ayasofya Kilisesi'ne gittik. Ayasofya, Trabzon İmparatorluğu krallarından 1. Manuel Komnenos zamanında (1238-1263) inşa edilmiş. Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon'u almasının ardından camiye çevrilmiş ve vakıf eseri olmuş. 1958-1962 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Edinburg Üniversitesi'nin işbirliği ile restore edilerek 1964 yılında müze olarak ziyarete açılmış. Ayasofya'nın fresklerinde İncil'den alınmış konular canlandırılmış: Adem ile Havva'nın yaratılışı, cennette yaşayışları, yasak elmayı yemeleri, cennetten kovuluşları, Kabil'in Habil'i öldürmesi...



Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün yapının Fatih Sultan Mehmet Vakfı'na ait olduğu gerekçesiyle açtığı dava sonuçlanınca, 2012 yılında Ayasofya Müzesi Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne devredilmiş ve cami olarak kayıtlara geçerek freskleri maalesef asma tavan ve özel perdelerle kapatılmış. 2013 temmuz ayında cuma namazıyla ibadete açılmış. Güney cephesi halen müze olarak gezilip freskler görülebiliyorken ana binanın cami olarak kullanılması bir tuhaf. Mimarlar Odası'nın yapının tekrar müze olarak kullanılması ile ilgili hukuksal çabaları sonuçlandı ve geçtiğimiz günlerde bununla ilgili bir demeç yayınlandı. Buna göre mahkeme kararı doğrultusunda yapının yeniden müze işlevine kavuşması ve kültür mirasının korunması için duyarlı tüm kesimler ve sorumlular harekete geçmeye çağrıldı. Bu konu umarım biran evvel sonuçlanır.
Trabzon, Karadeniz ile dağların arasına kurulmuş, oldukça dağınık bir şehir. Şehircilik anlayışı tek kelimeyle yok. Eski binaların çoğu yıkılmış ve yerlerine kötü apartmanlar dikilmiş. Burada iki gün kaldık ve inanın yön duygumu tamamen kaybettim.
Ayasofya'nın ardından Trabzon Atatürk Köşkü'ne geldik. Köşk, Trabzon'a tepeden bakan bir koruluğun eteğinde ve herhalde şehrin en havadar noktası. 19.yy.da Konstantin Kabayanidis'in yazlığı olarak inşa edilen bina, 1924 yılında Trabzon'u ziyaret eden Atatürk tarafından çok beğenilmiş ve 1930'daki gezide burada konaklamış. Yerel yönetimin satın aldığı köşk, Atatürk'e armağan edilmiş. Atatürk, 1937 yılında bu köşkte yazdığı vasiyetiyle tüm mal varlığını Türk Milletine bırakmış. Dört katlı köşk şu anda Atatürk Müzesi olarak kullanılıyor. 



Trabzon'u ilk günümüzde olabildiğince gezip otelimize geldik. Akşam, davetiyle bu geziye vesile olan üniversiteden arkadaşım KTU İç Mimarlık Fakültesi Dekan Yrd.  Muteber Erbay ve eşi ile birlikte Şehir Klubü'nde mükemmel bir yemek yedik. Kuymak ise geceye kesinlikle damgasını vurdu diyebilirim.
Ertesi gün, saat 11:00 gibi üniversitenin bizim için yöresel lezzetlerle düzenlediği kahvaltıya katıldık ve ardından sunumumuzu yapmak üzere üniversiteye geldik. 15:15'te başlayan sunum, 17:00 gibi bitti. Ardından bizi Trabzon'da gezdirdiler ve "dam" olarak nitelendirilen marinada bize bir davet verdiler. 
Trabzonlular, konukseverlikleri ile bizi adeta mest etti...



Rize, Fırtına Deresi ve Ayder

Ertesi sabah otelden ayrılıp Sürmene'ye gittik. Muteber'in eşi Hakan,Sürmeneli ve burada eczanesi var. Sürmene'de pidemizi yiyip yola koyulduk. İlk durağımız Sürmene Gültepe Köyü... Neden mi; çünkü Ali'nin eniştesi Taci'nin annesi burada doğmuş. Burası tipik bir Karadeniz köyü ve sanırım en güzellerinden... 99 pencereli konak, çay tarlaları, tipik Karadeniz sivil mimarisi ve önümüze çıkan şirin mi şirin koyun sürüsü...



Ardından Ayder Yaylası'na hareket ettik. Ve Fırtına Deresi Vadisi'nde çay molamızı verdik... Tabii makaralı sistemi denemesem olmazdı...İlk seferinde "dannn" diye çarpsam da çok keyif aldım ve bir daha yaptım. Sadece bir halata bağlısınız ve hızla derenin üstünden karşıya geçip geliyorsunuz... Bazıları yükseklik korkusunu böyle yeniyormuş. Ben yendim mi bilmiyorum ama bir sonraki hedefim Mostar Köprüsü'nde bungee jumping yapmak olacak...




Ayder'e doğru yola koyulduk. Tabiat harika... Bir tarafta gürül gürül akan dereler, bir tarafta karlı dağlar, diğer tarafta yemyeşil doğa ve yamaçlara atılıvermiş gibi duran evler... Yol yok iz yok oralara nasıl çıkıp yaşıyorlar anlamadık. Bir de evleri arazilerin tam kenarına yaparlarmış. Diğer parsel de öyle yaparmış ve böylece birbirinden uzak evler, aralarında ekili araziler, buraların tipik mimari özelliği olmuş... Ayder ise tam bir turistik yer olmuş. Oteller ve restaurantların yoğunluğu, doğayı resmen mahvetmiş. Ayrıca da restaurantlarda geleneksel yemek bulmak da mümkün değil, illa et satmak istiyorlar ve bizi bu mevsimde kuru fasulye mi olur bulamazsınız diye kandırmaya çalıştılar. Biz de dönüş yolundaki Çamlıhemşin'de dere kenarında kuru fasulye piavımızı yedik ve Hopa'ya doğru yola koyulduk.

Hopa'dan Batum'a...

Hopa'da arabamızı park ettik ve gümrük kapısından geçtik. Gürcistan'a girmek için sadece nüfus cüzdanınız yetiyor. Beraberinde verilen damgalı kağıdı kaybetmemeniz gerekiyor. Kapıda inanılmaz bir kalabalık var. Özellikle Gürcü kadınlar alışveriş için  boş torbalarla Hopa ve Rize'ye geliyor ve akşamüstü dolu olarak geri dönüyor. Bizi Türkiye'den ayarladığımız Türkçe bilen Gürcü bir taksi şoförü karşıladı ve otelimize götürdü. Kaldığımız otel Whyndamm ve sahibi Türk. Burada kumar turizmi olması dolayısıyla özellikle bizim Türk Otelcilere harika bir olanak doğmuş. Ve inanmayacaksınız ama Batum'un bir diğer adı "Lazvegas"... Gerçekten de ipini koparan, cebine para koyan Karadenizliler soluğu burada alıyor ve deli gibi kumar oynuyor. 
Akşamüzeri şoförümüz gelip bizi şehir turuna çıkarttı. Gerçekten binalar da Las Vegas olmaya aday... Ters bina, Ali-Nino heykeli, Alfabe Kulesi, su oyunları havuzları oldukça renkli ve görülesi...


Batum'daki ikinci günümüzü gezmeye ayırdık. Ali ile otelin dışına çıktık ve yağan yağmurun altında ancak yarım saat dayanıp kendimizi otele geri attık. Öyle kötü bir fırtına vardı ki yarım saatte iliklerimize kadar ıslandık ve Batum gezisi hayal oldu. Sonuçta biz de tüm günümüzü kumarhanede geçirmek zorunda  kaldık maalesef...


Kars'a doğru

Batum'dan ayrılıp yine sınır kapısından elimizi kolumuzu sallaya sallaya ülkemize girdik. Arabamızı alıp Artvin üzerinden Kars'a doğru yola çıktık. 
Yolumuzun üzerinde aniden karşımıza çıkan Artvin, nehir kıyısındaki intizamlı görünümüyle bizi adeta büyüledi. Şehrin içine girmeyip uzaktan fotoğraflamakla yetindik ve tanıtım tabelalarına bayıldık.


Ardahan yolu üzerinden Kars'a devam ettik. Virajlı yolda her dönemeç bize farklı manzaralar sundu. Doğaya adeta hayran kaldık...


 Kars'a Orhan Pamuk'un "Kar" romanını okuduğumdan beri gitmek istiyorum. İki senedir Doğu Ekspresi ile Kars'a gitmek adeta moda haline geldi ve ben de sürekli bilet bakmama rağmen bir türlü yataklı özel vagonda yer bulamadım. Trenle ya da uçakla o kadar çok arkadaşımız gitti, o denli methini duyduk ki buraya gelmek şart olmuştu...
İlk olarak rotamızı Çıldır Gölü'ne çevirdik. Göl, kışın buz tutması, sarı balık dedikleri sazanı buzu delerek avlamaları ve donmuş gölün üzerinde faytonla dolaşılması ile popüler oldu. Biz de ilk gördüğümüz lokantaya daldık ve kızartma sazanları mideye indirdik. Bu arada dilek ağacı olur da ben bu fırsatı kullanmaz mıyım...


Tabii ki Kars'ın en çok görmek istediğim bölgesi Ani Harabeleri... Burası Kars'tan 42 km. uzaklıktaki Ocaklı Köyü'nde, Ermenistan sınırında ve Çin'den Venedik'e uzanan İpekyolu'nun üzerinde...Ani Harabeleri, Anadolu’da bulunan ve üzerinde Ermeniler’in yaşamış olduğu en eski yerleşim merkezlerinden biri...


 Ani'ye Aslanlı Kapı'dan giriyorsunuz ve kendinizi uçsuz bucaksız bir alanda buluyorsunuz. Görünen bina kalıntılarına yönleniyorsunuz. Bagratuni Ermenilerinden Bizanslılara, Selçuklulardan Gürcülere ve Osmanlılara kadar birçok kalıntıyı görmek mümkün. Surp Asdvadzadzin Kilisesi (Fethiye Camii), Ani'nin en iyi durumdaki yapısı . Ünlü Ermeni mimar Teridat tarafından inşa edilen bina, Alparslan'ın Ani'yi fethedip ilk cuma namazını kılmasıyla cami olarak kullanılmaya başlamış. 
Ebu Memuşehr Camii ise 1064 yılında inşa edilmiş ve İpek Yolu köprüsüne kuş bakışı bakıyor. Uçurumun kenarındaki cami pencerelerinde herhangi bir önlemin alınmaması ise çok ilginç. 
10. yüzyıl sonlarında kurulan Aziz Gregor Kilisesi 12 kenarlı şapeli ve kubbesi ile hala görkemli. Bu kilisenin karşısında ise kayalara oyulmuş mağaralar görülüyor.


Ani Harabeleri'nden doğrusu çok etkilendim. Harabelerin ardı Ermenistan ve kurt ulumaları eşliğinde sahayı gezerken hem ürperiyor hem de binlerce yıllık tarihi adeta hissediyorsunuz.
Çevre gezilerimizi tamamlayıp otelimize yerleştik. Kars İpekyolu Oteli tam bir şehir oteli; oldukça sade odada, cam kenarındaki minik masa ve sandalye,"Kar" romanındaki otelden çağrışımlar yapıyor. Eşyalarımızı bırakıp hava kararmadan evvel şehir turuna çıktık. 1877-78 savaşı sonrasında Rusların eline geçen Kars, Hollanda'dan gelen mimarlar tarafından tasarlanmış. Birbirini dik kesen ızgara sistemi caddeler, geniş kaldırımlar Ermeni taş ustaları tarafından yapılan yüksek pencereli binalar, bu dönemin eseri... Kentte 208 adet tescilli bina var ve sonradan yapılan apartmanlar adeta çürük diş gibi duruyor. Kullanılan taş nedeniyle eski binaların cepheleri oldukça koyu ve bu da şehre oldukça karanlık bir görüntü veriyor. 
Kars Kalesi'ne hava karardığı için çıkamadık ancak Bagratlılar tarafından inşa edilen ve yine günümüzde cami olarak kullanılan 12 Havariler kilisesini ve Osmanlı döneminde yapılan Taş Köprü'yü gezme fırsatımız oldu. 


Kars'ta daha çok görülecek yer vardı ama bizim vaktimiz kısıtlıydı. Biz de yöresel lezzetleri denemek için şehir merkezinde yer alan Hanedan Lokanatasına gittik. Süryani şarabı eşliğinde piti (nohut ve kuzu incikle yapılıp lavaşla yenen yemek), kaz tandırı, erişte pilavı ve hangel (etsiz mantı) yemeklerini afiyetle yedik.

Erzurum, Erzincan, Sivas

Sabah birgün önceden hazırlattığımız peynirleri satın alıp Erzurum'a doğru yola koyulduk. Yolda inanılmaz bir manzara ile karşılaştık; sırt çantalı binlerce insan yürüyordu. Ve sonradan öğrendik ki Afgan'lar Türkiye'ye sınırdan kaçak girip önce Erzurum'a ardından da otobüslere atlayıp büyük şehirlere çalışmak için gidiyorlarmış. İnanılmaz bir mülteci sorunu ile karşı karşıyayız...
Erzurum'da tek görmek istediğim yer, yıllardır ders olarak okutulan Çifte Minareli Medrese idi... Selçuklu Dönemi'ne ait yapı günümüze kadar eksiksiz gelmiş. 35*46 m. boyutlarındaki medrese kesme taştan yapılmış, iki katlı ve açık avlusu var. Avlunun etrafında hem zemin katta hem de 1. katta 19'ar oda bulunuyor. Odalara alçak bir kapıdan giriliyor. Bunu sanıyorum bir yerde okumuştum;sonradan girenin içeride bulunanları ister istemez selamlaması için kapılar alçak yapılırmış...


Erzurum Kongre Binasını da görüp Erzincan'a yol aldık. Erzincan, geçirdiği büyük depremlerden sonra yeniden yapılandığı için nispeten düzenli bir şehir. Yoldaki trafik polislerinden öğrendiğimiz Erzincan Dönercisi'nde öğle yemeğimizi yiyip geceleyeceğimiz Sivas'a devam ettik.

Sivas, Ali'nin babasının memleketi. Ancak şimdiye kadar görmek nasip olmamış. Sivas'ta önce Kale tabir edilen tepeye çıkıp çay içtik. Burada bardakla çay içmek imkansızmış ille de çaydanlıkla geliyor ve 20 liranızı alıyorlar. Biraz soluklanıp Gök Medrese'ye gittik. Bu Selçuklu Dönemi eseri 1271 yılında yaptırılmış. Şu an restorasyon çalışmaları yapılan binayı sadece dışarıdan fotoğrafladık ve Sivas Kongre Binasını görmeye gittik. Şu an bina müzeye dönüşmüş durumda ancak bu günkü uzun yoldan sonra bizde gezecek hal kalmadı. 
Son geceyi geçirmek üzere otelimize geldik ve yorgunluktan dışarı çıkmaya üşenip akşam yemeğimizi de otelde yedik. 



Dönüp Dolaşıp İstanbul...

Geçen hafta Pazar günü yola çıkmıştık ve bugün Pazartesi... Yani tam bir haftayı devirdik. Bu güzel seyahate az zamanda çok yer sığdırmayı başardık. Her gittiğimiz yörenin kendine has özellikleri var, doğa muhteşem, pek çok noktada Allahım ne güzel memleketimiz var lafını sıkça kullanmaktan kendimi alamadım. Gittiğimiz yerlerde o yöreye has insanlar tanıdık, bizi sosyal medyadan takip eden pek çok arkadaşımız gezdiğimiz yerlerde doğmuş ve yaşamış... Herkesin önerileri, iyi dilekleri oldu, bizi yalnız bırakmadılar. Ve inanın dönmek istemedim... Değişik yerler görmek güzel, ancak insanın kendi memleketi ise başka duygular da işin içine giriyor. Ben çok keyif aldım... Darısı başınıza...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder