İki sene evvelki Karadeniz gezimizi yazıp sizinle paylaşmıştım. Bu sene de Ali'nin doğum günü olan 23 Kasım'da daha önce görme fırsatını bulamadığımız Sinop'a gitmeye karar verdik. İstanbul'dan yola çıkıp bir gece Bolu'da konakladıktan sonra ertesi gün Kastamonu üzerinden Sinop'a 5 saat yolculuk yaptık. Daha önceden tüm web sitelerini taramış ve bir yapılacaklar listesi çıkarmıştım.
Neler mi?
* Nokul yemeden Sinop’tan dönülmeyecek.
* Kesinlikle pide yenecek.
* Sinop mantısı hemen denenecek.
* İnceburun Feneri'ne gidilecek.
* Tarihi Sinop Cezaevi muhakkak ziyaret edilecek.
* Erfelek Şelaleleri'ne gidilecek.
* Boyabat Kalesi görülecek.
* Hamsilos Koyu'ne gidilip fiyortlar görülecek.
* Gerze'de eski Türk evleri görülecek.
* Sinop Kalesi'ne çıkılacak
* İnaltı Mağarası'na gidilecek.
* Ve de ziyaret edilecek lokantalar listesi...
Teyzenin yerinin iki dükkan ötesinde Şen Pastahanesi olduğunu duyunca şu meşhur nokuldan tadıp almadan otele dönmek istemedik. Üzümlüsü benim, kıymalısı ise Ali'nin ağız tadına şıp diye uydu...
Sinop'ta kalınacak oteli gitmeden evvel epey araştırdım. Malum hava soğuk. Üşütmememiz lazım. Ayrıca da biraz hırçın Karadeniz manzarasına sahip olması da çok önemli idi. Antik Otel mi Vira mı derken Zinos Otel'de karar kıldım. Zinos Otel, plajları ile çok ünlü Karakum mevkiinde ve müthiş bir deniz manzarasına sahip. Odalar fena sayılmazdı ancak bir türlü sıcak su akıtamadık musluklarından. Bu arada bilmediğim bir şey öğrendim ki Sinop, pek çok tatilcinin vazgeçemediği bir yer ve ciddi bir yaz turizmine sahip.
Otelimize yerleşip hemen dışarı attık kendimizi. Yarın da tüm gün buradayız ve gezilecek çok yer var. O yüzden bir taraftan başlamak lazım dedik ve Hamsilos'a doğru yola çıktık. Koy, Türkiye'nin tek fiyort oluşumu ve 1. derece doğal sit alanı. Görevli bizi arabayla ören yerine sokmadı ancak bizden sonra pek çok aracın içeri kadar girdiğini görünce tabii ki çıldırdık ve dönüşte epey münakaşa ettik. Efendim bizden sonrakiler yaşlıymış da rica etmişler de... Türkiye işte... Bir şey yasaksa yasaktır anlayışı her zaman delinebilir. Hava çılgın rüzgarlıydı ve biz tüm sinirimize rağmen buraya bayıldık.
Hamsilos'un ardından Akliman'da bir fotoğraf molası verip İnceburun Feneri'ne sürdük. Burası herkesin daha ilkokuldayken öğrendiği bir nokta. İnşa tarihi 1863 senesine uzanıyor. Denizden yüksekliği 38 metre olan fenerin 12 metre uzunluğunda bir kulesi var. Manzarası ise enfes. Gittiğimiz gün Karadeniz gerçekten çok hırçındı ve bu noktadan seyrine doyulmuyordu. 5 saat yolculuğun ve ardından bir hışım Sinop'u gezmemizin ardından öyle bir yorulmuşuz ve öğlen yediklerimiz bizi öyle bir doyurmuş ki direkt otele gidip dinlenmeyi seçtik. Tüm gece dışarıdan gelen dalga sesleri beni inanılmaz mutlu etti... Zaten Sinop da boşuna Türkiye'nin en mutlu insanlarının yaşadığı şehir olarak anılmıyor...
Ertesi sabah pırıl pırıl güneşli bir güne kalktık. Oteldeki kahvaltının ardından bu şehirde olmamızın baş nedeni olan tarihi Sinop Cezaevi'ne gittik. Tarihi 4000 yıl önceye dayanan binanın üç tarafı denizlerle çevriliymiş ve 18 m. uzunluğunda, 22 m. genişliğinde surlar nedeniyle de kaçması oldukça zormuş. 2 kişi kanalizasyon yolu ile kaçmaya kalkışmış ve başarısız olmuş. Bina, o zamanlar zindan olarak kullanılırken - ki halen korunmuş bir zindan ziyaret sırasında görülebiliyor.- 1887 yılında hapishaneye dönüştürülmüş ve çocuk hapishanesi, kadın koğuşu, hamam gibi ek binalar eklenmiş. Hapishanenin denizle iç içe olması dolayısıyla rutubet fazla olduğundan mahkumların çoğu içeride hastalanıp yaşamını yitirmiş.
28 odadan oluşan ve 3000 m2 alana kurulan Cezaevine ilk girişte görüş odaları sizi karşılıyor ve içinde gezerken ürperiyor ve yazılarla dolu duvarlarda geçmişe ait bir iz bulmaya çalışıyorsunuz. Cezaevi avlusunda sizi karşılayan darağacı ise tüylerinizi diken diken ediyor ve "iyi ki artık ülkemizde idam cezası yok" demenize neden oluyor.
İlk binaları gezdikten sonra sıra Sabahattin Ali'nin yattığı binaya geldi. Yazdığı bir şiirde cumhurbaşkanına hakaret ettiği gerekçesiyle 1932‘de tutuklanan Sabahattin Ali ilk olarak Konya Cezaevi’nde hapsedilmiş. Cezası kesinleşince de Sinop Cezaevi’ne sürgün edilmiş ve burada 8 ay kalmış. Cumhuriyetin ilanının 10. yılı nedeniyle siyasi suçlulara çıkan afla özgürlüğüne kavuşurmuş. Ünlü şair ve yazarın şiirleri ve onlardan yapılmış şarkılar, hoparlörler aracılığıyla tüm avluya ve binaya yayılırken bizim içimiz iyice katıldı. Bu uhrevi atmosfer bizi adeta can evinden vurdu. Sabahattin Ali'nin koğuşu eşyalarıyla birlikte korunmuş durumda. “Dışarda deli dalgalar, gelir duvarları yalar. Beni bu sesler oyalar, aldırma gönül aldırma…” Sabahattin Ali, bu meşhur mısraları ve ünlü romanı "Kuyucaklı Yusuf"u burada yazmış. Hapishane, Refik Halit Karay, Hüseyin Hilmi, Ahmet Bedevi Kuran, Refi Cevat, Burhan Felek gibi isimleri de ağırlamış.
MAHPUSHANE TÜRKÜSÜ - bu türkü beni her zaman hüzünlendirir-
Başın öne eğilmesin,
Aldırma gönül, aldırma.
Ağladığın duyulmasın,
Aldırma gönül, aldırma..
Dışarda deli dalgalar,
Gelip duvarları yalar;
Seni bu sesler oyalar,
Aldırma gönül, aldırma..
Görmesen bile denizi,
Yukarıya çevir gözü,
Deniz gibidir gökyüzü;
Aldırma gönül, aldırma..
Dertlerin kalkınca şaha,
Bir küfür yolla Allah'a..
Görecek günler var daha;
Aldırma gönül, aldırma..
Kurşun ata ata biter,
Yollar gide gide biter;
Ceza yata yata biter;
Aldırma gönül, aldırma..
1999 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından müzeye çevrilen Sinop Cezaevi birçok dizi ve filme doğal plato olmuş. Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz, Bizim Hikaye, Pardon filmleri ve Parmaklıklar Ardında, Köpek, Esir Şehrin Gözyaşları, Tatar Ramazan dizileri...
Evliya Çelebi ünlü Seyahatnamesi’nde Sinop Cezaevi hakkında şöyle buyurmuş:
“Büyük olduğu kadar korkunç bir kaledir. Üç yüz demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından on adam asılır nice azılı mahkumları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşırlar. Tanrı korusun oradan mahkum kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar!”.
Hapishane olarak kullanıldığı dönemde, "Anadolu'nun Alkatrazı" olarak adlandırılan, tarihin izlerini taşımayı sürdüren yapı, Türkiye'de dark turizminin (daha önce felaketlerin ya da ürkütücü olayların yaşandığı yerlere yapılan seyahatler) önemli noktalarından biri olarak gösteriliyor. İkimizi de yaptığımız gezi derinden etkiledi. Sinop'a gelmek için tek sebep varsa o da bu bina olmalı bence...
Cezaevi'nin kapısından çıkıp yanındaki merdivenlerden limana indik. Akşam için sahildeki Saray Restaurant'ta yerimizi ayırttık. Sinop Kalesi'ne zorlu bir tırmanış gerçekleştirip -nedeni yüksek rıhtlı merdivenler- zirvedeki eşsiz manzara eşliğinde kahvemizi içtik. Çıkmakta sakın tereddüt etmeyin kesinlikle değiyor. Milattan Önce 8. yüzyılda göçmenlerin yaptırdığı düşünülen tarihi Sinop Kalesi, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı gibi dönemler boyunca onarım görerek ayakta tutulmuş ve kenti savunmakta kullanılmış.
Sinop, sürprizlerle dolu bir şehir. Kendinizi Anadolu'da hissederken sokakların ucunda görülen masmavi deni insanı o denli şaşırtıyor ki anlatamam. Sahilden şehrin ana caddesine ulaşmak için ciddi bir yokuşu tırmanmak gerekti ve ardından Alaaddin Camii'ne girdik. Camiiyi Alaeddin Keykubat yaptırmış ve nefis bir Selçuklu camii örneği. 1200’lü yıllara ait bu tarihi eser 66 m uzunluk, 22 m genişlikle dikdörtgen planlı. Mihrap üzerinde ortadaki biraz daha yüksek üç kubbe, batı ve doğu kenarlarında birer kubbe olmak üzere beş kubbesi var. Bu kubbeleri caminin avlusundan görmek oldukça zor. 66X44 m ebatındaki geniş avludan görünen ahşap cephe, Osmanlı camilerinden ayrılan en temel özellik.
Caminin kuzey girişinin hemen karşısında bulunan medresenin adı Pervane Medresesi. Sinop’un düşman baskısından kurtarılışının bir nişanesi olarak yine Selçuklular Dönemi’nde yaptırılan bina, avlu etrafındaki 16 küçük odadan oluşuyor. Günümüzde küçük bir el sanatları çarşısı olarak kullanılan medresenin köşe odalarından birinde Gazi Çelebi Türbesi yer almakta. Biz de duamızı edip Diyojen Heykeline devam ettik.
Sinop'ta doğan Diyojen, Kinik felsefesinin öncüsü ünlü bir filozof. Medeniyet içinde ilkel bir yaşamı tercih eden Diyojen, fıçıda yaşaması ile ve gündüz vakti elinde feneriyle dolaşıp "adam" araması ile biliniyor. Uygarlaşmanın getirdiği kurallara ve araçlara bağlı olan bir yaşamı reddeten filozof, yaşamın doğal ve sade olması gerektiğini savunmuş. Günümüzde onun yaşam biçiminde bir hayatı benimseyip anti-sosyal bir hayatı seçip kir-pas içinde yaşayan ve çöp evler yaratan insanların hastalığına "Diyojen sendromu" adı verilmiş. Diyojen ile ilgili anlatılan en ünlü hikaye ise Büyük İskender ile arasında geçen diyalogdur. Başkalarının sefillik olarak gördüğü yaşamına rağmen dünyanın pek çok yerinde ün yapan bu filozofu ziyaret eden Büyük İskender başka insanların kendisinden korkuyla kaçışmasına rağmen hiç istifini bozmayan Diyojen’e “sen benim kim olduğumu biliyor musun ?"der. Diyojen “sen benim kölemin kölesisin çünkü dünya benim kölemdir, sen de dünyanın kölesisin” diyerek cevap verir. Diyojen’in bu yanıtı çok hoşuna giden İskender kendisinden istediğini dilemesini söyler. Diyojen’in cevabı ise yaşam felsefesine uygundur: “Gölge etme başka ihsan istemem”. (http://www.sinop.gov.tr/diyojen)
Sinop'un girişine dikilen 5,5 metre yüksekliğindeki heykelde ünlü filozof elinde fener ve yanında köpeğiyle birlikte tasvir edilmiş. Biz de kendisiyle selfie çektirmeden buradan ayrılmadık.
Arabamızı alıp 50 km. uzaklıktaki Gerze'ye gittik. Gerze'de eski konaklar var ancak o denli parmakla gösterilecek kadar az ki... Bir sürü yeni yapının arasında nazlı nazlı duruyorlar. Limanı oldukça büyük ve eğlenceli... Yemek yiyeceğimiz yer de denize karşı olan sırtta. Biz yine Sinop mantısı (pardon Gerze mantısı ...ne farkı varsa) ve etli ekmek yedik. Yalnız bu bizim bildiğimizden oldukça farklı: elde açılan yufkanın içine soğan ve kıyma konup sacda pişen bir nevi sulu gözleme... Midemize epeyce ağır gelen bu gereksiz yemek sonrası görmeden dönmek istemediğimiz Erfelek Şelaleleri'ne gittik.
Arabamızı alıp 50 km. uzaklıktaki Gerze'ye gittik. Gerze'de eski konaklar var ancak o denli parmakla gösterilecek kadar az ki... Bir sürü yeni yapının arasında nazlı nazlı duruyorlar. Limanı oldukça büyük ve eğlenceli... Yemek yiyeceğimiz yer de denize karşı olan sırtta. Biz yine Sinop mantısı (pardon Gerze mantısı ...ne farkı varsa) ve etli ekmek yedik. Yalnız bu bizim bildiğimizden oldukça farklı: elde açılan yufkanın içine soğan ve kıyma konup sacda pişen bir nevi sulu gözleme... Midemize epeyce ağır gelen bu gereksiz yemek sonrası görmeden dönmek istemediğimiz Erfelek Şelaleleri'ne gittik.
Erfelek Tatlıca Şelaleleri 2 km. uzunluğundaki vadiye yayılan 28 irili ufaklı şelaleden oluşuyor. Geçtiğimiz senelerde burayı denizden ziyaret eden yelkenci dostlarımızın dediğine göre yazın şelalelerde trekking yapmanın tadına doyulmuyormuş. Biz buraya vardığımızda kapanmasına sadece yarım saat kalmıştı. İlk şelaleye gidip fotoğraf çektik. Zaten günün yorgunluğundan yukarılara tırmanacak takatimiz yoktu. İyi ki gelmişiz. Bu huzur veren cennet gibi yer gerçekten görülmeye değer.
Sinop'a döndük ve akşam yemeğimizi yemek üzere Saray Restaurant'a gittik. Bugün Ali'nin doğum günü... Burada kutlamak da ayrı bir keyif... Ana limanda bulunan restaurantın oturmak için iki ayrı bölümü var. Biri rıhtım, diğeri ise denizin üzerindeki sal restaurant. Biz sal olanı tercih ettik. Masamız ayrılmış, balıklarımızı seçtik. Şarabımızı söyledik. Ben barbun Ali kalkan söyledi. Mezelerimiz lezzetli, cumartresi akşamı olması sebebiyle ortam çok kalabalık ve garsonlara ulaşmakta sıkıntı yaşıyoruz... Arada sırada zincirler geriliyor ve sal şöyle bir sallanıyor. Senenin 3-4 ayını teknede geçirdiğimiz için alışkın olduğumuz bir sarsıntı bu ama bir müddet sonra insanda deniz tutması olabilir. Bu sebeple salda oturmayı seçerken bunu bilmenizde fayda var. Yemeğimiz bitti ve sıra hesap ödemeye geldi... Amanınnnn o da ne kişi başı 180 TL gelmiş. Burası Sinop yahu ne yemiş olabiliriz ki... Adisyona bakınca kalkanın bir porsiyonuna 170 TL yazdıklarını gördük. Hata bizim... Pazarlığa açık kalkanı pat diye söylersen böyle de kazığı yersin... Saray Restaurant seni hiç unutmayacağız...
Sinop, başta da değim gibi Türkiye'nin en mutlu insanlarının yaşadığı şehir. Vallahi bize de iki gün boyunca çok iyi geldi... Uyurken duyduğumuz dalga sesleri, denize kavuşan sokaklar, keşke bir daha gelme fırsatı yakalasak... Mutlaka bir fırsatını yaratıp gidin diyorum daha ne diyeyim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder