16 Mayıs 2025

Paris-Normandiya 2023

 

İnsan, dünyada onca gidecek yer varken Paris’e 5 kez gelir mi? Biz geldik ve ileride de gelmek için her fırsatı değerlendiririz. Burası çok keyifli bir şehir. Bizim aradığımız her şey var... Defalarca gelmekten sıkılmadığımız müzeler, restaurantlar, cafeler, mahalleler, caddeler,  -ler,-ler,-ler... 29 Kasım 2023’de beşinci kez Paris’teyiz. Bu kez bize çok yakın arkadaşlarımız da katılıyor ve ben Airbnb aracılığı ile St. Germain bölgesinde, oldukça merkezi bir konumda çok şık bir apartman dairesini kiralıyorum. Manzarası da bonusu : Eiffel Kulesi...

Paris’i epey soğukta gezeceğiz ancak kaldırımlarda yeni yeni kurulmaya başlayan Noel kioskları ortamı ısıtmaya aday. Arkadaşlarımız eve akşam geleceklerinden bugün serbestiz ve en özlediğimiz lezzet için St. Germain’deki Leon de Bruxelles’a resmen koşar adım gittik. Tencerede, çeşitli soslarla pişen midye ve kaşık kaşık çorba misali yenen suyu, benim için dünyanın en güzel lezzetlerinin başında geliyor. Benim tercihim ise her zaman rokfor soslu olan... Yemeğimizi erkence yediğimizden sonrasında yürüyüş yapıp Cafe de Flore’a kahve ve tatlı için oturuyoruz. Paris’in en eski ve en meşhur kafeleri arasında yer alan, 1880’lerden beri varlığını sürdüren Café de Flore, bir dönemin Fransız aydınlarının sık sık ziyaret ettiği bir mekan olmasından ötürü epey nam salmış. Simone de Beauvoir, Jean-Paul Sartre, Picasso, Albert Camus gibi pek çok isim bu kafenin müdavimlerindenmiş. Şanslıyız ki dış camlı bölmede yer bulduk. Tatlımızı yiyip kahvemizi keyifle içtik; bu arada masadaki kağıt örtüden rica edip almayı da ihmal etmedik...


Yine yürüyerek Seine nehri kıyısına gidip 2019 yılında çıkan yangın sonrası halen restorasyonu süren Notre Dame Katedrali’ni görüp evimize döndük.


30 Kasım

Sabah kahvaltımız Loulou Cafe’de... Modern ve taze yemekler sunan Saint Germain'de harika ve modaya uygun bir yer. Avokadolu yumurta, kahve, tosttan ve kuruvasandan oluşan kahvaltımız güne iyi bir başlangıç oldu. Paris= kruvasan bu arada ve her fırsatta, her kafede denemeye devam edeceğiz...

Kahvaltı sonrası alışveriş saati ve yolumuzun üzerine ilk kez gittiğim St. Sulpice Kilisesi var.  Paris’in Notre Dame Katedrali‘nden sonraki en büyük kilisesi Saint-Sulpice, gerek mimarisiyle, gerek içinde barındırdığı “kutsal emanetler” ile önünde yer alan çeşmesi ve meydanıyla ve  Notre Dame Katedralinin restorasyonu nedeni ile şu sıralar bu kilise oldukça popüler. Önündeki meydan ve havuz ile bir bütünlük oluşturan Saint Sulpice Kilisesi’nin sütunlu girişinden içeri girdiğinizde hemen sol tarafınızda hristiyan dünyasında çok önemli bir değere sahip ve aynı zamanda bitmez tükenmez tartışmalara neden olan, İsa Peygamber’in kefeni olduğuna inanılan Torino Kefeni‘nin reprodüksiyonu burada sergileniyor. Ayrıca “Da Vinci Code – Da Vinci Şifresi” kitabıyla gündeme gelen “Gül Çizgisi”nin izlerini bulmak için de Saint Sulpice Kilisesi önemli bir yer. Gerçekten de kiliseye girdiğinizde, yerde boylu boyunca devam eden pirinç bir çizgi görüyorsunuz. Bu çizgi 1884’e kadar dünya üzerindeki başlangıç meridyeni olarak kabul ediliyormuş.


Şansımız kiliselerden açılmışken Saint Séverin’e de uğramadan geçemedik. Gerçekten de Notre Dame kilisesi ziyarete açıkken bu kiliselerin hiçbiri cazip gelmemişti. 11 yy da, keşiş Saint-Séverin onuruna inşa edilenSaint-Séverin Kilisesi, gösterişli Gotik tarzda inşa edilmiş. Paris'in en eski çanlarından biri olan ve 1412 yılında dökülen Macée'nin bugün hala kilise kulesinin altında bulunabileceğini belirtmek gerekir! Burayı yuvarlak kilise olarak adlandırıyorum; pek çok kilisenin dikdörtgen planına inat...


Sheakspeare and Co. , Paris’in en eski kitapçısı ve açık bulunca gezmeden geçmek çok büyük hata olur. İçeri girebilmek için kapıdaki sırayı göze almak gerekiyor ve ayrıca içeride kesinlikle fotoğraf çekmek yasak. 1951’de açılan bağımsız Kitabevi zamanında Ernest HemingwayEzra PoundF. Scott FitzgeraldGertrude Stein ve James Joyce gibi birçok yazar tarafından sıklıkla ziyaret edilen bir yermiş. James Joyce'un ilk zamanlar ABD ve Birleşik Krallık'ta yasaklı olan Ulysses romanı ilk olarak bu kitabevinde basılmış. Before Sunset filminin açılış sahnesinde bu kitabevi görülmektedir. Ayrıca Midnight in Paris filminden bir bölümde burada çekilmiş. İçerisi bölme bölme odacıklardan oluşuyor ve tam bir kitapseveri buradan kolay kolay çıkarmak mümkün değil. Öğleden sonra için planladığım Montmarte gezimiz olduğundan içerinin havasını koklayıp çıkıyoruz.


Montmarte, Paris'in en yüksek rakımı olan yer ve Montmartre üzerinden izlenen Paris manzarası gerçekten görülmeye değer. Tepede yer alan Sacré-Cœur Bazilikası'nı gezebilir ve alanda bulunan ressamlara portrenizi yaptırabilirsiniz. Geçmişten günümüze gelen birçok dünyaca ünlü sanatçının Montmartre Tepesi üzerinde stüdyoları bulunmaktadır. Montmartre üzerinde çalışmış ressamlardan bazıları Pablo PicassoSalvador DaliClaude MonetVincent van Gogh ve Amedeo Modigliani' dir. Pekçok sevdiğim filme, kitaba ve diziye sahne olan Montmarte, tabii ki benim için tam bir cazibe merkezi. Mesela, Emily in Paris, Amélie, Moulin Rouge... Bir blog sitesinde okuduğuma göre Abbesses durağından geziye başlamak daha rahatmış ancak asansörü kullanmak kaydı ile (maalesef biz yüzlerce basamak çıkmak zorunda kaldık ve baştan enerjimiz tükendi). Meydanda biraz soluklanıp wall of love’ı aramaya geçtik. Minik parkın içindeki mavi çini duvarda. 250 dilde 311 kez ‘Seni seviyorum’ ifadesinin yer aldığı 612 çinili emaye plaka yer alıyor. Ancak park tadilatta olduğundan uzaktan fotoğraflamakla yetindik.

Sonrası biraz ara sokaklar, Amélie’nin evi ve altındaki manavı...


Picasso’nun ve bir çok ünlü sanatçının bir dönem geçici evi olan Le Bateau-Lavoir de bu mahalledeki kıymetli noktalardan biri.

Gördüğüm en ilginç heykellerden biri "Duvardan Geçen" romanındaki Duteilleu karakteri olabilir. Bu duvarın önünden bilmeden geçseydim gerçekten çok daha şaşırtıcı olabilirdi. Çalışkan gezgin olarak tüm araştırmalarımı yaparak geldiğim için bana sürpriz olmadı. Heykelin burada olmasının sebebi de romanın yazarının evinin bu mahallede olması. Romanı okuma şansınız olursa tabi bu heykel çok daha anlamlı olur.

Yokuşun üzerindeki Dalida heykeli ve Ali’nin istemsiz tacizi...

iyi ki kimse görmedi :))


Sacre Coeur kilisesinin önündeki terastan Paris’e bakış... Daha önce çok kez içeri girdiğimizden bu kes es geçiyoruz.

Ressamlar tepesini ziyaret edip hemen yakınındaki La Mere Catherine Restaurant’ta, soğan çorbası, İstiridye ziyafeti çekiyoruz. (çiğ çiğ yeniyor ve denizi yutmuş gibi oluyorsunuz).



Akşam yine evimizin bulunduğu semte dönüp akşam yemeği için yine daha önceden bildiğimiz L’Entrecote Restaurant’a gittik. Burada menü fix. Sadece etinizin pişme kıvamına karar veriyorsunuz ki tercihim az pişmiştir- ve masada oturduğunuz süre zarfında et, salata ve patates kızartmasına boğuluyorsunuz. Yolu düşenler mutlaka denemeli. Rezervasyon kesinlikle yapılmıyor ve kapıda uzun kuyruğa girmek bu işin kuralı...


1 Aralık 2023

 

Sabah kahvaltımız tabii ki yutkunarak seyrettiğim kısımları sebebi ile Netflix dizisi “Emily in Paris”in fırınında. La Boulangerie Moderne, kocaman sade ve çikolatalı kruvasanları ile gerçekten denemeye değer bir yer. Quartier Latin bölgesinde yer alan ev, fırın ve Gabriel’in restaurantı da oldukça ilgi çekiyor.  Les Deux Compères olarak adlandırılan ve Gabriel'in çalıştığı mekan olarak lanse edilen restoranın adı aslen Terra Nora ve İtalyan restaurantı...

Bugün hava epeyce soğuk. Yolumuz Pantéon’a düşüyor ve bulunduğu meydandaki muhteşem yapıları görüp Pantéon’a girmemeye karar verdik. Paris’te görülecek yerler bırakmak lazım ki bir daha gelmeye bahane olsun.

Panthéon’un bulunduğu meydandan Lüksemburg bahçelerine yürüdük buradan da yine Paris’in tarihi Cafelerinden, Cafe de Flore’un en büyük rakibi Les Deux Margots’da mola verip içkilerimizi yudumladık.

Öğlen yemeği için arkadaşlarımızın Paris’te ikamet eden çocuklarıyla Le Grand Golbert Restaurant’ta buluştuk. Louvre müzesinin yakınındaki bu şık restaurantta, yemelere doyamadığım istiridyelerden ve salyangozlardan yedim (yerel lezzetleri tatmak benim için baş kuraldır) Uzun süren yemeğimizin ardından lüks markaların ve antikacıların yer aldığı Galerie Vivien’i gezdik. Burası pasaj şeklinde olup 1823 yılında inşaatına başlanmış ve 1826 yılında kullanılmaya başlanmış.

Ayaklarımız bizi Palais Royal'in iç avlusuna (Cour d'Honneur) götürüyor... Paris’te sanat ile hayat adeta iç içe, 1639’da yaptırılan kraliyet sarayının içinde 260 adet kesik granit sütun siyah beyaz renkleri ile modern sanatı temsilen sizi şaşırtıyor. Les Deux Plateaux, daha yaygın olarak Colonnes de Buren olarak bilinen eser, Fransız sanatçı Daniel Buren tarafından 1985-1986 yıllarında yaratılmış bir sanat enstalasyonu. Çalışma, avlunun eski otoparkının yerini almış ve kültür bakanlığının tesislerinin yeraltı uzantısı için havalandırma bacalarını gizlemek üzere tasarlanmış. Proje, kültür bakanı Jack Lang'ın fikriymiş ve o dönemde önemli bir tartışmaya yol açmış. Maliyeti ve tarihi bir dönüm noktası için uygunsuzluğu nedeniyle eleştirilmiş. 


Sonrası mı? Tabii ki Notre Dame’ın arkasındaki alış veriş merkezi, son gün ihtiyaçları ve market alışverişi sonrası evimizde Eiffel’in ışıklarını seyrederek yediğimiz aperatifler. Sabah yolculuk var... hem de erken saatte...Normandiya’ya...


 2 Aralık 2023


Sabah 6 da yollara koyulduk. Metro ile Gare du Nord ‘a gideceğiz. Sabahın bu saatinde metrodan bilet almak çok zor. Gişelerde memur yok, çalışan makine çok az... Türkleri ve Türkiyeyi seven bir Amerikalı çiftin yardımıyla biletlerimizi alıp 8’deki trene yetiştik. Yolculuğumuz 2,5 saat sürdü. Le Havre’de günlerden Pazar ve tren garındaki Avis kapalı. Zorla taksi bulup limanda kiraladığımız eve gittik . Tabi erken geldiğimiz için alttaki kafede biraz beklememiz gerekti. Evimiz o kadar güzel ki anlatamam. Le Havre'nin ünlü Saint François semtinde, tam olarak geleneksel "Balık Pazarı" na bakan bu mükemmel daire, tamamen yenilenmiş, salonun ortasındaki masif ahşap taşıyıcı sistem ise ne denli otantik ve büyüleyici bir evde olduğunuzun en güzel kanıtı...

(ÜnlüFinliFilmYönetmeni Aki Kaurismäki'   nin  Le hHavre filmi de kaldığımız mahallede çekilmiş.)

Evimize yerleşip en yakın ve açık araba kiralama dükkanından arabamızı kiraladık. Bu arada Normandiya’da soğuğu Paris’ten kat be kat fazla hissediyoruz. Le Havre, 2. Dünya Savaşında tamamiyle yıkıldıktan sonra yeniden inşa edilen ve “Savaş Sonrası Şehircilik Anlayışı” ve “Beton’un yaratıcı Kullanımı”ndan dolayı Unesco dünya mirası listesine girmiş ancak zamanımız az olduğundan şehri gezmeye pek fırsatımız olmadı. St. Joseph Kilisesi ve Brezilyalı Mimar Oscar Niemeyer tarafından tasarlanıp inşa edilen Le Volcan Kültür merkezini ve mimar Auguste Perret tarafından inşa edilen belediye sarayını ve mimar Lagneau tarafından tasarlanan Malraux Müzesini göremediğime çok üzgünüm.

Le Havre içinde görülecek kilise, müze, vs. es geçip kuzeye, Etretat’a doğru gidiyoruz. Normandiya Bölgesi‘nde, Manş Denizi kıyısında, Paris’in 200 kilometre kuzey batısında bulunan bu küçük ama çok çok güzel kıyı kasabası, falezleriyle ünlü ve Normandiya bölgesi denince mutlaka bu falezlerin fotoğrafları karşınıza çıkıyor.

İlk olarak, falezleri kuş bakışı görebileceğimiz Les Jardins d’Etretat’a gidiyoruz. Bu neo-fütürist bahçe, Unesco tarafından Dünya Mirası listesine alınmış. Aynı zamanda Yeşil Kılavuz’da bir Michelin yıldızı ile yer alan bahçeye bu günkü çehresini, 2017 yılında, ünlü peyzaj mimarı Alexandre Grivko kazandırmış. Bahçenin tarihi geçmişi ise 1905 yılına ve ilham aldığı Claude Monet’e dayanıyor. Bahçe, Normandiya'nın manzaralarını ve doğal özelliklerini çağrıştıran, etkileyici ölçekli bitki kompozisyonlarının yardımıyla düzenlenmiş. Bahçeler aynı zamanda seçkin sanat eserleri sunan bir açık hava çağdaş sanat müzesi görevi görüyor. Budanmış bitkiler ve çağdaş heykellerin etkileyici birlikteliği, bahçenin her bir bölümüne benzersiz bir karakter kazandırıyor. Bahçelere giriş kişi başı 12,5 euro ve inanın her kuruşuna değiyor. İnanılmaz büyülendim, aşağıda falezlerin manzarası da ayrı bir çekicilik kazandırdı gezimize... Samuel Salcedo'nun maskları ise benim için bir numaraydı.

Kasabaya tepeden bakıp falezlerin manzarasına doyduk ve aşağıya inip arabamızı Etretat Belediyesi’nin önüne yani tam merkeze park ettikten sonra kasabanın içine doğru yürümeye başladık ki buranın o falezlerden çok daha fazla bir yer olduğunu ilk o an anladık. İnsan önce otomatik olarak sahile doğru yöneliyor; iyot kokusunu ve martı çığlıklarını takip ediyor. Kasabanın tipik Normandiya tipi binalarını keşfe çıkıp ahşap ve tuğlanın kullanımındaki zarafete hayran kaldık. Tamamen ahşap, eski Pazar yeri, Vieux Marché’da alışveriş yaptık.  Ara sokaklarda rastladığımız tipik bir Normandiya lokantası olan La Salamandre’a girip deniz ürünleri ağırlıklı yemeğimizi yiyip şarabımızı içtiğimizde hava epey kararmıştı. Yol uzun, dar, kar atıştırmaya başladı, bir de önümüzden yaban domuzu sürüsü geçmez mi... Bu enteresan yolculuğu tamamlayıp eve döndüğümüzde hepimizin yorgunluktan konuşacak hali kalmamıştı.

3 Aralık 2023

Normandiya bölgesine en az 4 gün ayırmak lazımmış. Biz 1,5 gün içinde ne Le Havre’ı gezebildik, ne Rouen’e gidebildik, ne Monet’in köyü olarak bilinen Giverny’i görebildik ne de en çok merak ettiğim Mont St. Michel’i...

Ancak meşhur Normandiya Köprüsününden geçebildik. Köprünün dizaynını yapan Michel Virlogeux ile tanışma ve iş yapma şansını bulmuştuk ve Ali o zamanlar köprüyü kendisiyle gezmişti. O gün bugündür bahseder sen de mutlaka görmelisin diye... Çelik tel kablolar ile oluşturulan köprü, yapıldığı dönemde en uzun tel köprü ve 856 metre ile bir tel köprü için iki iskele arası en uzak mesafe unvanlarına sahip olmuş. 1 Ocak 1995'te hizmete açılan köprünün Toplam uzunluğu 2.143.21 metre, genişliği 23.60 metre...


Köprüden geçme heyecanı sonrasında, tipik bir Normandiya balıkçı kasabası olan Honfleur’a geldik ve arabamızı tarihi liman Vieux Bassin‘in girişindeki otoparka bıraktık. Liman, ve kendisini çevreleyen tipi Normandiya mimarisi, inanılmaz keyif verici bir görüntü sunuyor. Tekneler, iyot kokusu ve martı sesleri insana o kadar iyi geliyor ki anlatamam. Dünyaca ünlü besteci -ki Gnossiennes’e bayılırız- Eric Satie’nin 1866 yılında doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği, müze haline getirilen evini gezmek çok ilginç bir deneyim oldu.

Bir zamanlar, inanılmaz güzel ışığından dolayı Camille Corot, Eugene Boudin, Claude Monet, Gustave Courbet, Raoul Dufy, Johan-Bartold Jongkind, Paul Signac, Georges Seurat gibi ressamların tercih ettiği Honfleur’da Liman çevresindeki kafe ve restoranlara oturup bir şeyler yiyip içmek güzel havada da sevimsiz havada da ayrı bir zevk sanki. Kafelerin içi de dışları kadar keyifli, oturup ortamın tadını çıkarmak çok güzel oluyor. Biz de yol üstünde rengarenk dükkanlar ve  sanat galerilerini gezip le Vintage Cafe’de biraz soluklanıp yemek yedik. Ardından Gemi marangozları tarafından inşa edilen, 15. Yydan kalma ahşap Saint Catherine Kilisesi’ne girip tipik mum yakma ritüelimizi yaptıktan sonra Honfleur’e veda edip Deauville’e yönlendik.



 20. yy. başında Coco Chanel’in buraya butik açması ile ün kazanıp dünya sosyetesinin buluşma yeri olmuş kasaba, kumarhanesi, lüks otelleri, binicilik klüpleri ve plajı, ahşap kabinleri, ahşap yürüyüş yolları ve dünyaca ünlü sanatçıların adını taşıyan parkurları ile gerçekten görülmeye değer. Paris Rivierası  olarak adlandırılan bölgede ünlü plaja gidip, ünlülerin isimlerinin yazıldığı tabelaların önünde pozlarımızı verdik. Burayı yazın düşünemiyorum; herhalde inanılmaz kalabalık oluyordur. Bu mevsimde gerçekten çok fazla yapacak şey yok.


 Bölgede gezimiz erken bitince, günün bonusu olarak sonca dence Caen’i de araya sıkıştırıyoruz. 1944'te II. Dünya Savaşı'nda tamamen yıkılan şehir baştan inşa edilmiş. Charnwood Operasyonu sırasında yoğun bir bombalama yüzünden şehrin %70'si tahrip olmuş ve 2000 Fransız sivil öldürülmüş. Savaş sırasında, kasabanın sakinlerinin çoğu, 800 yıl önce William tarafından inşa edien Abbaye aux Hommes'a sığınmış. Bu Katedral ve üniversite tamamen İngiliz ve Kanadalı bombardıman uçakları tarafından tahrip edilmiş. Şehrin her noktasından görünen meşhur katedrali sadece dışardan fotoğrafladık. Beton binalar arasına sıkışmış ahşap evlerin oluşturduğu ve şehrin tek eski ve sevimli yeri olan Vaugueux Mahallesini de gezip Le Havre’a doğru yola çıktık.


Akşam evimize çok yakın bir kafede keyifli bir yemek yiyip 4 Aralık sabahı 8.00 treni ile Paris’e gitmek üzere Normandiya’dan ayrılıyoruz. Akşam uçuşu ile İstanbul’a hareket edeceğiz. 2 günlük Normandiya kaçamağımızda tabii ki gitmek isteyip gidemediğimiz çok yer oldu. Bence ilkbahar veya sonbaharda en az bir hafta ayırarak Normandiya bölgesini gezmek üzere diyorum...

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder